4 Aralık 2024 Çarşamba

Deniz Yılmaz yazdı | Direniş ve Zafer Manifestosu: Alnı kızıl bantlılar

İnancın ve bükülmez devrimci iradenin ırmaklarıyla sulanan genel direnişimizin bağrında, zaferin, yalnızca zaferin çiçekleri filizleniyor...

"Halklarımız, baskılarla katliamlarla teslim alınamaz. Devrimci tutsaklar teslim alınamaz. Yaşasın sarsılmaz bir kararlılıkla boyutlanan genel direnişimiz. Zaferi, şehitlerimiz ve halkımızın desteğiyle kazanacağız."

Tarih yaprakları 20 Mayıs 1996 yılını gösterdiğinde, MLKP, DHKP-C, TKP(ML), TİKB, TKP/ML, TKEP-Leninist, EKİM, Direniş Hareketi, TDP ve THKP-C/HDÖ davalarından yargılanan devrimci tutsaklar, bir direniş manifestosu olarak anılacak büyük bir muharebenin ilk adımlarını bu sözlerle duyuruyordu. Kızıl bantlarını takmış ve en eşitsiz koşullarda düşmanla çarpışmaya hazırlanan 1500 açlık grevi direnişçisi için bu savaş, her metresinde irade savaşının yaşanacağı zorlu bir süreçti. Siper yoldaşlığı ve feda ruhu, bu direnişi zaferle taçlandıran top sesleri olacaktı.

Bu çarpışma, sadece devrimci tutsaklarla faşist diktatörlük arasında yaşanmıyordu. En önde devrimci tutsakların mevzilendiği devrim cephesi, topyekun savaş konsepti etrafında kenetlenmiş karşıdevrim cephesi ile karşı karşıyaydı. Öyle ki, faşist diktatörlük yükselen kitle hareketinden büyük korku duyuyor, devrimci örgüt ve partilerin savaşım iradesini kırmayı amaçlıyordu. Gazi Ayaklanması ve görkemli 1 Mayıs 1996 kutlamaları, devrimci hareketin gelişimini ve militan kitle hareketinin yükselişini simgeleyen en önemli işaretlerdi. Devrimci öncüler, devrimci şiddet eylemleri başta olmak üzere mücadelenin çıtasını her geçen gün yükseltiyor, toplumsal hareketin gelişimine de öncülük ediyorlardı.

Böylesi bir atmosferde saldırının en kritik cephesini devlet kendisi tayin etti: Zindanlar. Faşist rejim bu kararıyla, kendince en basit savaş kuralına başvuruyor ve "zaferin en kolay kazanılacağı" yeri tercih ettiğini düşünüyordu. Çarpışmanın politik ve moral anlamını da hesaplayan faşist diktatörlük, işçi sınıfı ve ezilenleri teslim almak için ilk önce devrimci öncüleri yenilgiye uğratmalıydı. Zira, devrimci tutsaklar teslim alınmadan bu mümkün değildi.

6, 8 ve 9 Mayıs 1996 tarihlerinde Adalet Bakanlığının yayınladığı üç genelge ile karşı devrimin, devrimci tutsaklara ve onlar şahsında devrimci harekete yönelik saldırısı da başlamış oldu. Dönemin adalet bakanı olan Mehmet Ağar'ın imzasıyla yayınlanan genelgeler devrimci tutsakları hücrelere kapatmayı ve tabutluk tipi hapishanelere geçişi öngörüyordu. Ardından gelecek olan saldırı itirafçılaştırmaydı. Genelge bu anlayışa hizmet edecek tarzda kaleme alınmıştı.

FAŞİST REJİM RÜZGAR EKİYOR, FIRTINA BİÇECEKTİR
Ancak devrimci hareket, zindanlara yöneltilmiş bu yeni saldırının anlamını ve amacını saptamakta gecikmez. Komünistler de "Rüzgar eken fırtına biçer! Dünyanız zindan olacak! Bu sözümüzdür" diyerek faşist rejimin saldırganlığına karşı direniş hazırlıklarına başlar. Karşı koyuşun eş zamanlı ve birlikte yürütülebilmesi için dar grupçuluğa karşı adeta savaş açılır. Direnişin birleşik mevzisi olan Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu'nun inşa edilmesinde komünistlerin birleşik mücadeledeki berrak görüş açısı belirleyicidir.

Devrimci hareket de çarpışmanın ciddiyetini ve taşıdığı özel önemi gözeterek hareket etmiştir. Topyekun saldırıyı yanıtlamak için açlık grevi direnişine başlayan devrimci tutsaklar, dört temel talebi bayraklaştırırlar; 1) Tabutluk genelgesi iptal edilsin. İtirafçılaştırma dayatmalarına ve sürgünlere son verilsin. Başta Eskişehir olmak üzere bütün tabutluklar kapatılsın. 2) Tutsak yakınlarına yönelik saldırılara son verilsin. 3) Savunma hakkı ve tutsakların tedavileri önündeki engeller kaldırılsın. 4) Kayıplara, infazlara, katliamlara, işkencelere son verilsin. Başta Kürt halkı olmak üzere tüm emekçilere yönelik devlet terörüne son verilsin.

Devrimci tutsaklar, faşist diktatörlüğün topyekun saldırısını karşı ateşle yanıtladıklarında, devlet erkanı yaşayacağı yenilginin henüz farkında değildir. Devrimci iradeyi teslim alabileceğini sanan faşist rejimin sözcüleri, devrimci tutsakları kastederek "Hepsi üç kilo siyanürün ucunda" diye buyurur. Devrimci tutsaklar ise açlık greviyle birlikte duruşmalara katılmama, görüşlere çıkmama, dayanışma açlık grevleri ya da hapishane yönetimini etkisizleştirecek bir dizi eylem biçimlerini devreye sokarlar.

Tutsakların zindanlardaki direnişleri büyürken, dışarıda da faşist genelgelere ve saldırı planlarına karşı mücadele yükselmiştir. Özellikle tutsak aileleri bu sürecin öncüsü olur ve politik bir özne olarak öne çıkar. Faşist rejimin her açıklamaya ve eyleme saldırmasına rağmen direnişten vazgeçmeyen ailelerin kararlılığı kitlesel eylemlerin de ön açıcısı olur.

Öne çıkan bir diğer eylem biçimi ise Gazi Mahallesi başta olmak üzere kentlerin varoşlarına yayılan barikat savaşlarıdır. Açlık grevi direnişinin başlangıcından itibaren devrimci milisler hareket halindedir. Yine bu süreç boyunca devrimci örgüt ve partiler tarafından bir dizi politik-askeri eylem gerçekleştirilmiştir.

Üç bin deri işçisinin, tutsak aileleriyle dayanışmak ve tutsakların taleplerini desteklemek amacıyla Tuzla havzasında üretimi durdurması, bu sürecin bir başka önemli anıdır. Büyüyen ve toplumsal hareketin temel belirleyicisi olan zindan direnişi, sınıfla birleşmenin önemli bir örneğini gösterdiği gibi sendikalarda hüküm süren ekonomist-sendikalist anlayışa da önemli bir darbe indirir.

Bir nokta olarak vurgulamak gerekir ki, yükselen eylemlilik, devrimcilik-reformculuk ayrımını da kesin olarak belirginleştirmiştir. Aynı yılın başlarında devletten icazet alarak yasallaşma yolunu tutan ve adında "emek, iktidar, dayanışma" bulunan siyasi partiler, açlık grevi direnişi karşısında politik bir tutum almadıkları gibi ahlaki bir devrimci sorumlulukta hissetmezler. Devrimci tutsaklara destek vermenin sınıf dışı bir çizgiyi desteklemek anlamına geleceğini söyleyen bu çevreler, yanlış bir siyasi taraflaşmanın parçası olmamak adına hiçbir eyleme katılmama kararı almışlardır. Bu tutum, yeni tuttukları yolun ilk önemli işareti olduğu gibi devrimciliğe karşı da çizdikleri ilk kırmızı çizgi niteliğindedir.

AÇLIK GREVİ ÖLÜM ORUCUNA, ÖLÜM ORUCU ZAFERE DÖNÜŞÜYOR
Açlık grevi direnişinin 45. günü olan 3 Temmuz 1996'da, devrimci tutsaklar bedeli ne olursa olsun zaferi kazanmak uğruna eylemlerini ölüm orucuna dönüştürürler. 159 hücum türküsü, zaferin yapıcıları arasında yer almak için savaş siperlerinin en önüne geçerler. Faşist rejim "gizli gizli yiyorlar" derken, devrimci tutsakların iradesi, devlete esaslı bir yenilgi hazırlamak için bilenmektedir.

Okyanus gülüşlü müfrezelerin içinden ipi ilk göğüsleyen direnişçi, TKP (ML) dava tutsağı Aygün Uğur olur. Ardından DHKP-C dava tutsakları Altan Berdan Kerimgiller ve İlginç Özkeskin devrim tarihine adlarını yazdırırlar. Faşist rejim ve onun kalemşörleri ise çaresiz kaldıkça suskunluk fesadına girerler. Direnişin 67. günü olan 25 Temmuz'da ise, TKP (ML)'den Ali Ayata ve DHKP-C'den Müjdat Yanat birleşik direnişin ölümsüzleri olurlar.

Aynı gün MLKP MK üyesi Hüseyin Demircioğlu da "ilk ben olmalıyım" diyerek ölümsüzlüğe yürür. O, ölüm örucu direnişinin birinci ekibinde yer almıştır. Devrimci kararlılık, inanç ve feda ruhuyla donanmış önder bir komünist olarak yoldaşlarının en önündedir. Eylemiyle komünist feda ruhu geleneğini büyütür.

O, devrimin öğretmenidir. Açlık grevi ve ölüm orucu direnişinde dahi yoldaşlarının eğitimine ara vermez. Direnişin en zorlu anlarında Hüseyin Demircioğlu Akademisi'nin çalışmaları devam eder. O aynı zamanda birleşik direnişin siper yoldaşlığı sembolüdür. Devrimciler arası ilişkilerin protokol düzeyinden siper yoldaşlığına tırmanışında belirleyici rolü vardır.

"Bizler devrimin ve partinin onurunu burada koruyacağız" diyen Hüseyin Demircioğlu, bir önder kadro olarak, burjuva ideolojik kuşatmayı da yerle bir etmiştir. Önder olmanın, en önde savaşmak olduğunu dosta ve düşmana bir kez daha duyurmuştur.

Artık geçen her gün ölümsüzleşenlerin sayısı da artmaktadır. Direnişin 68. günü 26 Temmuz'da DHKP-C davası tutsağı Ayçe İdil Erkmen dünyanın ilk kadın ölüm orucu şehidi olarak tarihe adını yazdırırken TİKB davası tutsağı Tahsin Yılmaz da aynı gün yıldızlaşır. Ölüm orucunun 69. gününe gelindiğinde TİKB davası tutsakları Hicabi Küçük ve Osman Akgün, DHKP-C davasından Yemliha Kaya ile birlikte zaferin müjdecisi olurlar.

Eylemin 70. gününün ilk saatlerinde, 28 Temmuz gece saat 01.00'de, faşist rejim yenildiğini ve tutsakların taleplerini kabul ettiğini duyurur. Zaferin hemen ardından hastaneye kaldırılan TKP(ML) davasından Hayati Can, ölümsüzleşerek direnişin 12. ve son şehidi olacaktır. Böylece mayıs genelgesi, 12 devrimcinin yaşamı pahasına geri çektirilir ve Eskişehir Hapishanesi boşaltılır.

Komünistlerin zindan duvarlarından haykırarak söyledikleri şu sözler, zaferin nasıl kazanıldığını anlattığı gibi faşist diktatörlüğe karşı birleşik mücadele ve siper yoldaşlığının gelişim çizgisine de ışık tutar niteliktedir. Her zamanki gibi son sözü direnenler söylemeye devam edecektir:

"İnancın ve bükülmez devrimci iradenin ırmaklarıyla sulanan genel direnişimizin bağrında, zaferin, yalnızca zaferin çiçekleri filizleniyor... Ölüm orucu şehitleri bize, zindanlarda kurduğumuz birleşik savaş siperlerini sokaklara taşıyın, alanlara taşıyın, kentlere, dağlara taşıyın mesajını bıraktılar. Onların bu mesajını iyi anlamalıyız. Zindanlarda kurduğumuz, devrimci hareketin faşizme karşı mücadelesinde en büyük kazanımı ve bugünkü zaferimizin büyük garantisi olan birleşik mücadeleyi, siper yoldaşlığını, antifaşist birliği kararlıca yürütmeliyiz."

Biz, sözlerimize bağlı kalmaktan ve bu doğrultuda ısrarlı mücadele yürütmekten büyük onur duyuyoruz.