Sinan Baran yazdı | Bir ekonomistin hayali ve pratiği
Bu yeni durum Türkiye ve Azerbaycan gibi ülkelerin bölgesel güç ve yeni emperyal güç olma hayallerini yerine getirebilmek için gerekli zemini oluşturmakta, emperyalist devler arası çatışma boşluk ve sızıntı kanalları yaratmaktadır. Bunun neo-Osmanlıcı bir ideolojik temele oturtulmaya çalışılmasının tarihsel arka planı zaten bilinir. Ancak bütün elverişli koşullarına rağmen Türk burjuvazisi emperyalist karaktere geçiş yapabilecek sermaye birikimine sahip değildir.
İtalyan siyaset felsefecisi Niccola Machiavelli (1469-1527), iktidarını korumak ve artırmak için bir hükümdarın acımasız bir güç kullanımı ile birlikte hile, entrika, yalan ve kurnazlıktan da yararlanması öğüdünü vermesiyle ünlüdür. Anlaşılan odur ki politik islamcı faşist şef Erdoğan İslam düşünürlerini kendine rehber almaktan çok "amaç için her yolu mubah gören" Machiavelli'yi kendine referans almıştır. Hem de Machiavelli'ye rahmet okuturcasına...
Yirmi yıllık iktidar serüveni boyunca faşist şefin çeşitli yalanlarına ya da politik kıvraklıklarına şahit olduk. Tüm diğer faşizan kişilik yapısıyla birlikte takiyeciliğin özgün bir örneği olarak da geleceğin siyaset bilimcileri tarafından incelenecek bir kişiliğe sahip diktatörün, yalan sanılan bir doğrusu var ki, politika politika olalı böyle bir kıvraklık görmedi. Kürsülerden "Ben ekonomistim" naraları atan Erdoğan'a kendi 'hocası' Erbakan'ın 2007 yılında verdiği "Sen ata binemiyorsun, ata jokeyler biner, jokey IMF, sen anca spiker olabilirsin" cevabı, her ne kadar bir gerçeği yansıtsa da gerçeğin tamamını ortaya koyan bir ifade de değildir. Bir kere şunu göz önünde bulunduralım, devletin tüm kurumlarına doğrudan müdahale eden ve kendine bağlayan faşist şef, ülkeyi bu hale getirebilmek için dahi danışmanlara başvurmak zorunda. Kendi akışına bırakılan bir ekonomi bile bu kadar rayından çıkamaz, adaletsizlik bu kadar derinleşemez. Bundan dolayı da bu işin gayet bilinçli bir politikanın ürünü olduğunu bilmekte yarar var.
Bu politikaların ideolojik arka planı olarak lanse edilen şeylerin ise yalnızca paravan olduğunu anlamak için 'ekonomist' ya da sosyolog veya bilim insanı olmaya gerek yok. Bu ideolojik argümanlardan ilki, İslam'ın faize karşı olduğudur. İslam'ın faize karşı olduğu doğrudur. İslam doktrinde 'kul hakkı yemeye' de karşıdır. Zaten İslam'a göre affı olmayan iki büyük günah şirk (ki faşist şef şahsında bu yapılıyor) ve kul hakkıdır. Faiz karşıtlığının dayanağı da budur. Faizle haksız kazanç elde edilir, kul hakkına girilir. Bundan dolayı da bir "İslam devletinde" faiz olması düşünülemez. Ne var ki Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da bir 'İslam devleti' yoktur. Bununla birlikte faşist şefin politik islamcı saray diktatörlüğünün yapmaya çalıştığı yalnızca bir İslam devleti yaratmak değildir (SADAT belgelerine bakılabilir). Bu, meselenin ideolojik zemini değil, rıza kaynağı-paravanıdır. Tıpkı feodal dönemin fetihçi cihatçılığı gibi; işgal, talan ve sömürünün sınıfsal-ekonomik temelini gizlemesine yarar. Bu gün ki koşullarda, kapitalizmin varoluşsal krizini aşmak ya da sürdürülebilir hale getirmek için arayışlar içerisinde olması Türkiye gibi 'gelişmekte olan ülkeler' bakımından bazı fırsatlar doğurmuştur. Bunun diğer bir yanı da açığa çıkan yeni emperyalist paylaşım ihtiyacıdır.
Bu yeni durum Türkiye ve Azerbaycan gibi ülkelerin bölgesel güç ve yeni emperyal güç olma hayallerini yerine getirebilmek için gerekli zemini oluşturmakta, emperyalist devler arası çatışma boşluk ve sızıntı kanalları yaratmaktadır. Bunun neo-Osmanlıcı bir ideolojik temele oturtulmaya çalışılmasının tarihsel arka planı zaten bilinir. Ancak bütün elverişli koşullarına rağmen Türk burjuvazisi emperyalist karaktere geçiş yapabilecek sermaye birikimine sahip değildir. Bundan dolayı da tıpkı cumhuriyet döneminin kemalist diktatörlüğünün 'milli burjuvazi' yaratma görevini üstlenmesi gibi, politik islamcı diktatörlük de yeni bir dönemin eşiğinde emperyalist sermayesini oluşturmaya çalışmakta bunun savaşımını yürütmektedir. Yıllardır bazı Avrupa ülkelerinde ve Afrika-Ortadoğu'nun çeşitli yerlerinde kurumsallaşmasının (diğer siyasal ve askeri amaçların yanı sıra) ekonomik-stratejik hedefleri de olduğu görülmektedir. İşte bundan dolayıdır ki faşist sömürgecilik tüm Güney Kürdistan'ın ilhakını hedeflemiştir.
Güney Kürdistan ve Rojava'nın işgal ve ilhakına yönelik kirli savaş ve Türkiye'nin içerisinde bulunduğu ekonomik (ve siyasi) kriz veya yeni ekonomi sistemi birçok bakımdan birbirine bağlıdır. Bu iki durumun öne çıkan iki temel ortak noktası vardır. Bunlardan ilki ve en bariz olanı, sermaye oligarşisinin burjuva devleti ve onu yürüten faşist şeflik rejiminin siyasi bekasını riske etmektedir. Faşist şeflik savaşı durduramıyor, çünkü savaş durduğunda kitleler hem savaşta ödenen bedellerin hem de ekonomik krizin hesabını soracak. Öte yandan savaşı sürdürmek içinde ekonomik krizin derinleşmesini göze alarak askeri yatırımlarını artırmak zorunda. Buna AKP iktidarının kendi askeri -sanayi kompleksini hamlesini de eklemek gerekiyor. Bu diyalektik bağ durumun siyasal olarak öne çıkan yanlarını ortaya koyuyor. Ancak bir de daha az görülen ekonomik arka plan var ki bu Türkiye'ye yeni bir kapı aralıyor; emperyalist güç olma imkanı! Faşist şefin yönetimi altında yürüyen talana dayalı ekonomi sistemi ve talana dayalı kirli-kimyasal savaşın temel ekonomik amacı sermaye oligarşisini büyütmek ve ihraca yetecek sermaye birikimi yaratacak kaynakları ele geçirmek. Var olan ekonomi modelinde, ülke ekonomisi büyürken gelir adaletsizliğinin derinleşmesi şu anlamlara geliyor; işçi-emekçilerin yoksulluğu derinleşirken, burjuvazi zenginleşiyor, yani yoksuldan alınıp zengine vermek üzerine bir sistem işliyor ve ara tabakalar yoksullaştırılarak işçi sınıfının ve işsizler ordusunun saflarına itiliyor. Bu sermayeyi iktidar politikalarıyla hızla büyütmenin başlıca yollarından biri.
Tabi bütün emperyalistlerin sermayesinin benzer yollarla biriktirildiğini de hatırlatmak gerekiyor. Yine emperyalist sermayenin oluşumu sırasında işgalci-emperyalist güçlerin Amerika, Çin, Hindistan, Afrika vd. alanlarda halklara yaptığı zulmü ve onların kanıyla sermaye biriktirmesini de unutmamak gerekiyor. Bugünün emperyalistleri, bundan 3-4 yüzyıl önce kaynak elde etmek üzere bu sömürgeleştirme hamlelerini yapmıştı. Sermaye oligarşisi ve onun faşist şeflik rejimi bugün, Kürdistan'ın üç parçasını sömürge boyunduruğu altında birleştirmeye, Kürdistan'ın petrol-doğalgaz başta olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sermaye biriktirme yatağına çevirmeye dönük bu kirli savaşı halklarımıza dayatıyor. Bu savaş halkın artan sömürüsüne karşı rıza üretimi motoruna çevriliyor. Savaş üzerinden ırkçı- şoven bir dil kullanılarak halklarımıza sessizlik dayatılıyor. Ancak halklarımız bilmelidir ki bu savaş ve ekonomik-siyasal kriz birbiriyle tüm yönleriyle bağlıdır. Faşist şef gerçekten de bir 'ekonomist' inceliğiyle işçi-emekçiden alıp sermayeye veriyor ve sermayeyi besliyor. Yine bir faşist şef olarak bölgede işgalci savaş çığırtkanlığıyla tüm komşularını tehdit ediyor. Ve devrim dışında hiçbir şekilde son bulamayacak bir sorunlar yumağı yaratıyor.
Bu sorunların çözümü için sistem içerisinde bir yol bulunabileceği ise tamamen bir yanılgıdır. Sermaye oligarşisi ve temsilciliğini yaptığı emperyalist ortakları faşist şefliğin devrilmesine izin vermeyecektir. Faşist şefin devrilmesine izin verdikleri durumda da yerine hükümete gelenin aynı politikaları yürütmek zorunda olacağı, aksini yaptırmayacakları dünya tarihinin deneyimleriyle tescilli bir gerçektir. Halklarımızın kurtuluşu devrimdedir. Bu gün yine ortasında 'ya sosyalizm ya barbarlık' yazan bir yol ayrımındayız. Bundan dolayı da halklarımız faşist şefin, daha yüksek dozlarda faşizmine ve iç savaşına hazır olmalı, kendini devrimci iç savaşa hazırlamalıdır.