4 Aralık 2024 Çarşamba

Bora Poyraz yazdı: Rejimin davranış çizgisi

Düşman ceza hukuku kendisini en çok ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet ağır hapis cezalarını kurarken ve infaz ederken gösterir. Varoluşlarına aykırı değil. Daha fazlasını yapacaklardır, en azından yapmak isteyeceklerdir. Tam da bu nedenle devrimci tutsakların özgürlüğü ve bu kapsamda faşist yasaların, uygulamaların şu veya bu başlıkta kesintiye uğratılması, işlemez kılınması demokratik mücadelenin asıl konularından biridir.

İktidar bloğunun TCK ve İnfaz Kanunu'nda değişiklikler içeren düzenlemesi, burjuva muhalefetin biçimsel protestoları arasında genel kuruldan geçti. İlk anda alttan alan CHP, iktidar bloğunun "gözündeki sürmeyi" almakta olduğunu görünce fevaran etmeye başladı ama geç kalmıştı. Öncesinde beklenti yaratarak, muhalefeti baskılayarak CHP "Kanun"u kendi adına da topluma hediye etmiş oldu. Pek çok kritik dönemde CHP "kurucu parti" sorumluluğuyla davrandı, bunu sürdürüyor. Hatırlayalım, HDP'li vekillerin dokunulmazlıkları da CHP sayesinde kaldırılmıştı. Bazen memnuniyetle ve bazen "içi kan ağlayarak" ama her halükarda "devletli" reflekslerle davranmak bir CHP klasiğidir. Çocukları hapiste olan analar "bağırlarına taş basarak" CHP'ye oy attılarsa, ne düşünüyorlardır acaba.

Son kanundan hareketle, Türkiye hapishanelerinde, sayısı binleri bulan ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet hükümlülerinden bahsedelim.

Son kanun "infaz eşitliği" biçiminde kabul edilseydi dahi kanun "süreli hapis cezaları" kapsadığı için müebbet-ağırlaştırılmış müebbet hükümlüleri yine dışarıda bırakılacaktı. Bu detay, neredeyse görmezden gelinmektedir.

12 Eylül faşist darbesi döneminde yarım milyon yurttaş gözaltına alındı, işkence gördü. Onbinlercesi tutuklandı. Binlercesi idam ve müebbet hüküm aldı. 1980-1984 arasında kimi idamlar infaz edildi. İdam alan pek çok devrimci hücrelerde tutuldu.

Eski TCK'da idam hükmü 125. ve 146. maddelerden hareketle kuruluyordu. İlki "bölücülük"tü ve Kürdistanlı devrimcilere tatbik edilirken ikincisi "yıkıcılık"tı ve Türkiyeli devrimcileri kapsıyordu.

1991 yılında TMK ihdas edildi. 12 Eylül'ün üzerinden geçen 10-11 yılın ardından bu tepeden tırnağa faşist kanun yerleştirilirken "reform" adı altında, hapisteki politik tutsakların önemli bir bölümü salıverildi. "İdam" alanlar 10 yıllık tutsaklığın ardından tahliye edilecekti. (Müebbet alanlar ise 8 yıl) Ancak orada bile ayrımcılık yapıldı ve 125. maddeden idam alanlara 10 yıl değil 20 yıl şartı getirildi; Kürdistanlı devrimciler 20 yılın ardından tahliye edildi.

O günden bu yana, Nisan 1991'den bugüne, Türkiye hapishanelerinde aralıksız olarak tutulan, sayısı binlere varan tutsaklar bulunuyor.

"İdam" hükmü, İmralı yargılamaları dönemine dek verildi. Sonrasında yasalardan kaldırıldı. 125 ve 146 yerine 302 ve 309. maddeler geçirildi. İdamın adı "ağırlaştırılmış müebbet" oldu.

İktidar bloğu yetkililerinin demagojisi şu: Bir kaç kez 'müebbet'in 30 ve müebbetin 24 yıl olduğunu tekrarladılar. Güçlü bir teşhiri hak eden bu çarpıtma yalana dayanıyor. Çünkü yürürlükteki kanunlara göre ağırlaştırılmış müebbetler adli davalarda 40 yıl, fakat siyasal davalarda "ölünceye kadar" biçimindedir. Müddetnameler dahi böyle hazırlanır. Müebbet hükümlülük ise 30 tam yıldır. Onlar da 1991'den bu yana hiçbir "ceza indirimi"ne konu edilmemişlerdir. Üstelik 30 yıl biçimindeki süre belirlemesi doğrudan hüküm veren mahkemelerce belirlenmektedir ve bunun bir "infazı" yoktur.

Burada hem adli ve siyasi davalar arasında bir çift hukuk vardır hem burjuva demokrasi kırıntıları kalmış Avrupa ceza hukukunun temel prensipleri hiçe sayılır. Düşman ceza hukuku kendisini en çok ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet ağır hapis cezalarını kurarken ve infaz ederken gösterir. Sınıf savaşımı dediğiniz durumun bir tarafı olarak onlar kendi üzerlerine düşeni yapmakta, rejimi ayakta tutmak için bunu amansız biçimde sürdürmektedir. Varoluşlarına aykırı değil. Daha fazlasını yapacaklardır, en azından yapmak isteyeceklerdir.

Tam da bu nedenle devrimci tutsakların özgürlüğü ve bu kapsamda faşist yasaların, uygulamaların şu veya bu başlıkta kesintiye uğratılması, işlemez kılınması demokratik mücadelenin asıl konularından biridir.

Mücadele en yakıcı biçimlerde sürdüğü için tutsak devrimciler, hatta en ağır sağlık sorunlarıyla boğuşanları dahi, dışarı çıkartmamak rejimin davranış çizgisini oluşturmaktadır. Mücadele yenilseydi "yorgun, yılgın, tövbekar" ve "derbeder eski devrimci" imajını yaratmak için bunu kullanırlardı. Şimdiyse özgürlük mücadelesi ve "tarihte bireyin rolü" eksenli toplumsal dinamik hareket halindedir. Bu şartlarda ancak ve sadece birleşik, kitlesel, kararlı, cesur demokratik mücadelelerle tutsak devrimcilerin, fiziksel özgürlükleri sağlanabilir.

Pek çok konuda olduğu gibi bir başlık altında da en temel sorun kanıksamaktır. Sinizmi ve yabancılaşmayı doğuran, refleksleri uyuşturan ve zamanla "hiçbir şey olmaz" yanılgısını besleyen bu kendiliğindenciliğe karşı iyimser bir enerjiyle dolmak, duyguların tazeliğini korumak hayati.

"İstiyoruz olmuyor", "çabamız boşa gidiyor", "sayımız az", "etraf faşist dolu". Belki daha fazlası... Ancak bunların tamamı, alternatifi yine mücadelede derinleşmek olan durum tespitleri ve anlık usanma halleri. Alternatifi mücadele çünkü kapitalizm veya özgürlük, seçenek bu denli öz artık; çok cesur, çok örgütçü, çok yetenekli olmak değil kapitalizme ve onun türevi olan faşizme "hayır" demek yetiyor, yapılanları daha ustalıkla yapmaya.

Kimse vermeyecek. Sen isteyecek ve söküp alacaksın. Hayat bunu söylüyor hepimize. Onun çağrısına yanıt vermek kendinden kaçmaya son vermektir en başta. Bu da huzur demektir ki içselleştirmekten geçer.

Başımızı kaldırıp başkalarının acılarına bakmayı öğrenmek zaman alır bazen. Ezilenlerin özgürlük mücadelesinde kimsenin kişisel beklentisi olmaz. Yıldızlara koşanlara yoldaşlık en büyük manevi doyumdur. Hayat ile ideal, o yoldaşlık hissiyle bütün yabancılaşmaları ancak birbirimizle buluşur. Sonra, sonrası "karanfil elden ele"dir.

"Çok uzaklardan geliyoruz" diyordu Nazım. Bize hala konduğumuz mirası hatırlatır, “Bedredin-i Simav'ın boynuna inen satır". Oradan da uzaklardan geliyoruz. Hikayemiz tanıdık. Mücadelemiz kadim. Bu uğurda ölmek de yeni bir şey değil hapislik de. Bu özgürlük mücadelesinde 27 yıldır zindanda olanla 27 gün evvel devrimci olmak arasında öncelik sonralık ilişkisi değil, eşit yoldaşlık hukuku vardır. Birinin tırnağı kırılsa diğerinin canı yanar. Aradaki bağın, birbirini sahiplenmenin ruhu budur. Bundan gayrısı yabancı, özgürlük mücadelesi verenlere. Mekansa tali bir konu. Bir ömrü bir hapiste geçirmekle Kürdistan dağlarının doruklarında geçirmek veya bir büroda iş görmekle, bir mahallede çalışmak arasında esasa dair fark yoktur. Ele avuca gelen, ışığa kavuşan, bizi yeniden yaratan bu atmosferin toplamına da "kolektif ruh" diyoruz. Bu uğurda cefa cefa değildir, acı acı değil. Nazım şunu söylüyordu çünkü: "Ve bizden sonra gelenler/Demir parmaklıklardan değil/asma bahçelerinden seyredecek/bahar sabahlarını, yaz akşamlarını."