4 Aralık 2024 Çarşamba

Demokrasi ittifakı: kaynağı, açmazı ve alternatifi

Bir partinin kitlesini faşizmin saldırılarından koruyabilmesi mümkün değildir. Yapabileceği şey, ya onları faşizme teslim etmek ya da kitleleri faşizme karşı mücadelede sevk ve idare etmektir. Dövüşmek istemememiz dayak yememize engel değilse, rafa kalkan özsavunma düşüncesinin bugün fiili meşru mücadele ve kitle şiddeti perspektifi ile yeniden ele alınması gerektiği açıktır.

Amed, Wan ve Mardin'e yeniden atanan kayyumlar, çevik kuvvet çemberine sıkıştırılıp halkla buluşturulmayan vekillerimiz, Yüksekdağ ve Demirtaş'ın -şaka gibi- aynı davadan ikinci kez tutuklanması, özel savaş ile kandırılan aileler üzerinden kurulan kara propaganda cenderesi, genel merkezi önünde dahi açıklama yaptırılmayan parti yönetimi.

HDP işte bu tahammülfersa abluka altında siyaset üretmeye çalışıyor. Ancak böyle gitmeyeceğinin de farkında. Bu yüzden de bir yandan faşizmin daralttığı sınırlar içerisinde mücadele yürütürken, diğer yandan da bu ablukayı dağıtacak bir çıkışın imkanlarını kovalıyor. Bunun için 'çok geniş' bir kesimle demokrasi ittifakı gerçekleştirme düşüncesi üzerinden çalışma yürütülüyor. Hatta kimi açıklama ve faaliyetler demokrasi ittifakının CHP'yle ittifaka kadar genişleyebileceği yaklaşımını içeriyor. Bu yaklaşım bir diziyi soruyu ve tartışmayı beraberinde getiriyor.

HDP zaten tüm düzen partilerine karşı ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olarak kurulmamış mıydı? Ne oldu da burjuva muhalefet bir müttefik olarak görülmeye başlandı? Her şeyi geçelim, böyle bir ittifak mümkün mü?

Özellikle son 40 yıllık sürece bakıldığında, politik özgürlüğün kazanılması sorununun özünde ezilenlerin mücadelelerinin birleşmesi sorunu olduğu devrimci ve demokratik siyasetin en temel bilgisidir diyebiliriz. Gezi Ayaklanmasının, serhildanların ve Rojava devriminin talepleri ve cüretleri üzerine yükselen ve politik öncüler tarafından ezilen Türk ve Kürt halklarının birleşik demokratik cephesi olarak inşa edilen HDP, işte tam da bu ihtiyaca tarihsel bir cevap olarak ortaya çıkmıştı.

Partinin halkçı-demokratik programı, rejimin üzerine bina edildiği her şeye, yani sömürgeciliğe, kapitalizme, mezhepçiliğe, ataerkiye karşı bir halkçı-ilerici bir manifesto niteliğindeydi. HDP, halk meclisleri iktidarını kuracağını söylüyor ve mücadelesini sadece parlamentoda değil; esas olarak sokaklarda, mahallelerde, iş yerlerinde yürüteceğini ilan ediyordu. Bununla bağlantılı olarak özsavunmayı meşru bir hak ve görev olarak tanımlıyordu.

"Yeni yaşam" programı ve düzen sınırlarını zorlayan siyaset niyeti HDP'yi yolun henüz başında odak, 7 Haziran'da da ezilen milyonlar için bir çekim merkezi haline getirdi. Sömürgeci seçim barajı paramparça edildi, diktatör tek başına oturduğu tahttan aşağı atıldı.
Egemenler cephesinin rejimi korumak adına buna cevabı ise topyekün savaş oldu. Onca katliam ve siyasi soykırım operasyonlarına rağmen şüphesiz ki HDP hiçbir şekilde diz çökmedi, faşizmin tufanından dimdik çıktı. Halkın onurlu evlatları mücadele bayrağını yere hiç düşürmedi.

Ancak açık ki bu ağır saldırılar maalesef faşizme karşı mücadeleyi Batı'daki geniş işçi emekçi kitlelere taşımanın bir kaldıracı haline de getirilemedi. Çöktürme operasyonuna karşı verilen mücadele ile bu kitlelerin dolaysız özlem, talep ve mücadeleleri arasındaki bağ kurabilmekte de zorlanılınca, zamanla HDP'nin emekçi Türk halkına "da" seslenme ve faşizme karşı halkların kavgasını ortaklaştırma kabiliyeti giderek sınırlandı.

Öte yandan, artan saldırılar karşısında faşizme karşı kitle direnişi değil, parti kitlesini "faşizmden koruma" pratiği git gide baskın hale gelmeye başladı. Parti binalarına yönelik saldırılarda özsavunma prensibi layıkıyla işletilemedi, eşbaşkanlar ve milletvekillerinin tutuklanmasına karşı sokaklarda anlamlı ve ısrarlı direnişler örgütlenemedi. 6-8 Ekim serhildanı ve özyönetim direnişleri tüm meşruluğu ile sahiplenilemedi. HDP'yi var eden cüret, zamanla adeta geniş kitlelerden kabul görmenin önündeki bir engel olarak algılanmaya başlandı.

Tüm ezilenlerin demokratik öncüsü olma pratiğinin aşınması, demokrat Türk işçi-emekçileri üzerinde yeni yeni kurulmaya başlanan hegemonyanın fiilen CHP'ye devredilmesine ve siyasi temsiliyetin daralmasına yol açtı. Öte yandan sokak ve özsavunma perspektifinin rafa kaldırılması sandık siyasetinin ve demokratik çözüm beklentilerinin daha da öne çıkmasını beraberinde getirdi.

Kürt ve Türk halklarının birleşik demokrasi mücadelesinin artık HDP-CHP ittifakı olarak kavranmaya başlanması ve faşizmi yıkma hedefinin yerini de seçimlerde CHP ile elde edilecek ortak zaferler yoluyla AKP-MHP bloku geriletme ya da çözüme zorlama düşüncesinin alması işte böyle bir sürecin sonucunda ortaya çıktı. Bu açıdan bakıldığında, 31 Mart yerel seçimlerinde milyonları seçeneksiz bırakmak anlamına gelen ve stratejiye aykırı olan "Batı metropollerinde aday çıkarmama" taktiği de bu eğilimin somutlaştığı ilk an oldu.

Stratejiye aykırı bu taktiğin ömrü elbette ki pek kısa sürdü. Önce faşizmin sömürge valileri seçim ve çözüm beklentilerini yıktı. CHP de kayyum darbesine karşı "sokağa çıkmayı doğru bulmadığı"nı açıkladı. Bazı isimlerin dayanışma ziyaretleri umut verdi ancak "geçerken uğranılan" ve HDP'yi cumhuriyet değerlerinde birleşmeye çağıran bir ziyaretten hiçbir şey çıkmayacağı kısa sürede anlaşıldı. Faşist şefin belediye başkanları toplantısına tam kadro katılarak kayyumlarla yan yana durmayı seçmesi ise CHP'nin HDP ile ittifak yönünde herhangi bir düşüncesinin olmadığını bir kez daha açığa çıkardı.

Aslında bunda şaşılacak hiçbir şey yoktu. Faşizmin geriletilebilecek, sınırlandırılabilecek veya demokratik restorasyona uğratılacak değil, ancak ve ancak yıkılabilecek bir rejim olduğu gerçeği zaten hiç değişmemişti. Ayrıca tarihsel ve hegemonik bir güce kavuşmadıkça burjuva muhalefetini faşizme karşı ezilenler cephesi lehine saflaştırmanın mümkün olmayacağı, hele ki rejimin kurucu unsuru ve devlet partisi olan CHP'nin hiçbir koşulda nesnel çıkarı rejimin yıkılmasında olan HDP'ye yanaşmayacağı da bir sır değildi. Dolayısıyla güçlendiği için değil, zayıfla(tıl)dığı için ittifak girişimi kovalayan bir HDP'nin CHP'yi değil, tersine, CHP'nin HDP'yi sürüklemesi kaçınılmaz olacaktı.

Ancak mevcut gerçeklik iddiaya uydurulmaya çalışılacağına, iddia mevcut gerçekliğe daraltılınca, ittifak mekaniğinin bu soğuk gerçeklerinin yerini "olumlu düşüncenin" şaşkınlığa yazgılı umutları almış oldu.

Oysa HDP insanca bir yaşam, adalet ve özgürlük isteyen milyonların desteğini CHP dolayımıyla kazanmak zorunda değildi. Bugün de değil. O, tüm ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olarak kitlelere kendi programı ve siyaseti ile doğrudan seslenebilir ve hatta onları hem faşizmden, hem de onun yolunu döşeyenlerin hegemonyasından koparmak istiyorsa da, seslenmek zorundadır.

Burjuva muhalefetin Türk işçi-emekçilere sunabileceği tek şey IMF reçetesidir, kemer sıkmadır, acı ilaçtır. Oysa HDP Kürt halkı ile sendikalı olma hakkını bile kullanamayan işçiyi, kendini yakan işsizi, krizin faturasını ödeyen milyonları kendi halkçı programı altında birleştirebilir. Emekçi Türk halkının boğazındaki el ile Kürdün ensesindeki elin aynı burjuva-faşist rejime ait olduğu gerçeğini geniş kitlelerin bilincine çıkarabilmek ancak bu yoldan mümkün olabilir.

Bir partinin kitlesini faşizmin saldırılarından koruyabilmesi mümkün değildir. Yapabileceği şey ya onları faşizme teslim etmek ya da kitleleri faşizme karşı mücadelede sevk ve idare etmektir. Dövüşmek istemememiz dayak yememize engel değilse, rafa kalkan özsavunma düşüncesinin bugün fiili meşru mücadele ve kitle şiddeti perspektifi ile yeniden ele alınması gerektiği açıktır.

HDP elbette ki genişlemelidir. Bunun için bileşen hukukunu ve gücünü daraltacak yapılanmalardan kaçınmalı ve tüm ilerici sendikaları, feminist örgütleri, sosyalist parti ve hareketleri, ekoloji inisiyatiflerini, anarşist yapıları, LGBTİ+ derneklerini ve Alevi örgütlerini merkezinde kendisinin duracağı (ve elbette CHP'yi kesinkes dışlayan) bir Antifaşist Cephe'de buluşturmalıdır.

Peki, HDP bunları gerçekleştirebilir mi? Bu soru inşacı olanlar için analizin ve tahminin değil, özneliğin ve iradenin konusudur. Mücadelede "varlığı korumanın" öne çıktığı dönemlerin olması, hele ki kadroların ağır baskı, gözaltı ve tutuklama saldırısı altında bunun yaşanması elbette ki normaldir. Ancak politik öncülerin görevi bu süreçte yeni bir atılım için verili koşulları yeniden örgütlemektir, yaralarını gösterip başkalarından destek ve anlayış beklemek değil. Bu başarılamadığı takdirde andaki varlık korunsa da, tarihsel varlık hakkının yitip gitmesi işten bile değildir.