29 Eylül 2024 Pazar

Elif Bayburt yazdı | Katliam gerçek, 'dezenformasyon' hikaye

Adına Türkiye denen, sermayenin hüküm sürdüğü bu işçi mezarlığında, gerçekleri söylemenin, katliamların hesabını sormanın, ihmalleri, iktidar ve sermayenin kar hırsı uğruna işledikleri suçları teşhir etmenin "doğru bir yeri ve zamanı" diye bir şey yok, olmayacak. Hepimize düşen görev bunları tüm yasaları yırtıp atarak yazmak, bu katliamların peşini bırakmamaktır.

Bartın'ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Kurumu'na (TTK) ait maden ocağında grizu patlamasıyla 41 işçinin katledilmesinin ardından, patlamaya ilişkin bir sürü devlet kurumundan, iktidar cenahından açıklamalar peşi sıra dizildi.

TTK'nin yaptığı ilk açıklama ne oldu? 2017 ve 2019 senelerine ait Sayıştay raporlarında yer alan ve patlamanın yaşandığı madendeki metan gazı artışı, çalışma koşulları ve işçi sağlığı ve iş güvenliği ihmallerine ilişkin yaptığı tespitlerin haberleştirilmesinin "dezenformasyon" olduğunu söylemek. Dikkat çekelim bu açıklama patlama yaşandığı gece sabaha karşı 03.00'te yapılırken, o klasik "Başımız sağ olsun" açıklaması bile bu paylaşımdan saatler sonra geldi.

Öte yandan sosyal medyada yapılan açıklamada, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez'in 3 hafta; Sayıştay Enerji Grup Başkanı İbrahim Özkarcı'nın ise 10 gün önce madene yaptığı ziyaretlerin sadece "nezaket" amacı taşıdığı belirtilirken, TTK'nin sitesinde Özkarcı'nın ziyareti için şunlar söyleniyor: "Sayıştay Başkanlığı Enerji Grup Başkanı Sayın İbrahim Özkarcı başkanlığında uzman denetçiler ile kurumumuz genel müdürü ve beraberindeki ekip Amasra TİM'de yeraltına inerek -300/-350 kotları arasında incelemelerde bulundular." -300/-350 kotları, patlamanın yaşandığı kot aralığı.

Açıklama, madende Kurum Degaj Yönergesi hükümlerinin titizlikle uygulandığı iddiasıyla son buluyor. Esas dezenformasyonu yapan kim, sormak lazım. Madenciye ölümü kader görenler değil mi?

Bu esnada alana ilk ulaşan gazeteciler, siyasi parti, demokratik kitle örgütü temsilcileri, alanda bulunan yetkililerin en özverili biçimde yerine getirdiği "görevin" halkın ve basın emekçilerinin çekim yapmasını engellemek, alınan görüntü kayıtlarını zorla sildirmek, madencilere gazetecilere konuşmamaları için telkinde bulunmak olduğunu aktardı. Hepsi "dezenformasyonla mücadele" namına tabii, biliyorsunuz ülkemizin en büyük sorunu. Maden Mühendisleri Odasına madene ait gaz izleme sistemi verilerini "yasak" olduğunu söyleyerek vermeyenler ve Türk-iş Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Hakan Yeşil'in "Provokatif eylemlerde bulunmayın" açıklamaları da bu "dezenformasyonla mücadelenin" bir başka boyutu olsa gerek.

Ama yine de insan içinden geçirmeden edemiyor, keşke "dezenformasyonla mücadele"ye harcanan mesainin 10'da biri işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini almaya, iş cinayetleriyle mücadeleye harcansaydı. Olmaz mıydı?

Açık ve net söyleyelim: Olmazdı. Sebebi çok basit, her türlü kapitalist rejim, milyonlarca işçinin cesedi üzerinde inşa edilmiştir. Sömürü düzenini devam ettiren, sermayeden, patrondan yana her türlü kapitalist iktidarın işçilerin sağlığına ve güvenliğine önem vermesi, tabiri caizse, o iktidarın "fıtratına aykırı". İşçiyi sömürmek üzerine kurulu, işçilerin canını gözden çıkarılabilir gören, iş güvenliği önlemlerini maliyet kalemi sayan bir düzen, işçilerin kanından, canından yiyerek büyür. "Kader planı" demeleri de bu yüzden, içi boş bir demagoji değil, gayet sağlam, ideolojik bir tutum: İşçilere sadece ölmeyi hak görüyorlar, işçiler için tek planları bu.

Bu ülkede her yıl 2 bine yakın işçi iş cinayetlerinde katlediliyor. Bu, erişebildiğimiz, tespit edebildiğimiz sayı. Çok daha fazla olması da hiç uzak bir ihtimal değil. İş cinayetlerine dair alınan ilk önlemlerden birisi ise, evet, doğru bildiniz, yayın yasağı. Çünkü, bırakın gelecek eleştirilerin önünü kesmeyi, bu iktidar katlettiği işçilerin ailelerinden oy isteyecek, cenazelerinin üstünde tüm halka parmak sallayacaktır. Bunu yaparken ellerindeki kan gözüksün istemez. Bu sefer yayın yasağı getirme ihtiyacı duymadılar, fiili olarak uygulasalar da. Sırtlarını yaslayabilecekleri nurtopu gibi bir sansür yasaları var artık. O yüzden tüm iktidar erkleri peş peşe "dezenformasyon içerikli paylaşımlara itibar etmeyin" açıklamaları yaparken, sahadan bilgi aktaran gazetecilerin paylaşımlarının altı sansür yasasını sopa olarak gösteren tehditlerle doldu. Tam olarak yapmak istedikleri buydu, tam olarak. Mesele hapis cezası vs. değildi aslında, bunu zaten istediklerinde çok rahat yapıyorlar. Ama, Bartın'da yaşanan katliam bize bir kez daha gösterdi ki, bu katliam düzenini teşhir edenlere tehditlerle otosansür dayatmasında bulundukları gibi, bu tehditlere karşı gerçeklerde ısrar edenler için de tüm toplumun ihbarcılığa teşvik edildiği bir dinamik inşa ettiler. Bu da yeterli olmadığında işlerine gelen hükmü verebilecekleri kanunu da geçen hafta itibariyle garanti altına aldılar. Şu iyi bir örnek, TTK'nin şu anki Genel Müdürü Kazım Eroğlu, 2013'te yine TTK'ye bağlı, müdürü olduğu Kozlu'daki maden ocağında yaşanan patlamanın ve 8 işçinin katledilmesinin baş sorumlusuydu. Eroğlu, hakkındaki dava süreci devam ederken Kozlu'daki maden ocağından TTK Genel Müdürlüğü'ne atanarak ödüllendirildi. Eroğlu şu anda Amasra katliamının da baş sorumlularından biri olarak görevini sürdüredursun, devletin ilk işi katliamla ilgili sosyal medyada "dezenformasyon yapan" 12 kişi hakkında adli işlem başlatmak oldu. Dezenformasyonun iktidarın yeni favori kelimesi olacağı tahmininde bulunmak, çok da yanlış olmaz herhalde.

Bir yanda da suyu bulandıranlar var. Düzen içi muhalefetten peşi sıra "başımız sağ olsun" dilekleri yükselir, ölen işçiler "şehit" ilan edilerek katliam kutsanırken, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, içlerinde kendi politikalarını açık etme konusunda en dürüst olanıydı: "Bugün tedbirleri, niye olduğunu, nasıl olduğunu konuşmanın günü değil. Bugün acıyı paylaşma günü."

Bugün tam da tedbirleri, niye ve nasıl olduğunu konuşma günü. Madencileri duyduk, ailelerini duyduk, feryatlarını duyduk. Geleceği belliydi, işçiler 10 gün önce işçileri patlama olacağı konusunda uyarmıştı, katledilen bir madencinin yakını bizzat Erdoğan'a söyledi bunu, karşılığında bir cevap alamadı. "Benim arkadaşlarım öldü, insanların çocukları öldü. Fıtrat deyip geçiyorlar işte" dedi İleri Haber'e konuşan bir madenci. "Türkiye'nin kömürü hep buradan çıkıyor ama bizim bir kıymetimiz yok ki, sayı olarak bakıyorlar."

Adına Türkiye denen, sermayenin hüküm sürdüğü bu işçi mezarlığında, gerçekleri söylemenin, katliamların hesabını sormanın, ihmalleri, iktidar ve sermayenin kar hırsı uğruna işledikleri suçları teşhir etmenin "doğru bir yeri ve zamanı" diye bir şey yok, olmayacak. Hepimize düşen görev bunları tüm yasaları yırtıp atarak yazmak, bu katliamların peşini bırakmamaktır. İktidar sansür yasası başta olmak üzere her türlü fiili, idari ve yasal düzenlemeyle işlediği suçları örtmenin, halka gözdağı vermenin yollarını arayadursun, özgür basın emekçileri ve bu ülkenin devrimci demokrat güçleri, katillerin yakasına iki elleriyle, sadece meclis kürsülerinde değil sokakta ve her yerde yapışmalıdır. Kaza değil katliam, kader değil cinayet. Duymaya alışsanız iyi edersiniz.