4 Aralık 2024 Çarşamba

Koray Can yazdı | Korku

Gerek tek tek kişilerde, gerekse toplumlarda özgüvenin gelişmesi ve özgürleşmesi bakımından korkulardan ve kaygılardan arınması gerekir. Mesela her gün ölüm korkusuyla yaşayan bir birey aslında her gün parça parça ölmektedir. Ya da bir nevi yaşayan bir ölüdür aslında... Bu türden kişilerin durumunu en iyi anlatan bir dizeyle anlatacak olursak: "Bir gün gelecek öleceksin./ O bir gün çoooook uzaklarda olabilir./ Ama ölüm korkusuna kapılırsan/ O bir gün sana bir gün kadar kısa gelebilir." Oysa gerçek olan şudur: Ölüm de tıpkı sözünü ettiğimiz özgürlük gibi doğal bir durumdur.

Korku, belli bir ağrı veya tehdit olarak algılanan bir olay sonucunda, uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir mekanizmadır. Herkes bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde çeşitli korkulara kapılabilir. Sevinç, üzüntü ve öfke gibi korkunun da insani duygu dizilerinden biri olduğu belirtilir. Herhangi bir dış tehdit oluşmadan meydana gelen korku ise psikolojide anksiyete yani endişe olarak tanımlanır. Anksiyete, subjektif olarak tehditkar görülen bir duruma aşırı tepki olarak genelleştirilmemiş ve odaklanmamış bir huzursuzluk ve endişe halidir.

Her canlı gibi insanlar da varlığını tehdit eden ya da tehdit riski taşıyan durumlardan içgüdüsel ya da bilinçli bir şekilde kaçınır. Buraya kadar olan kısmen tüm canlılar için doğal sayılan bir durumdur. Fakat korku ya da fobi denilen şey kişi ya da toplum tarafından kontrol edilemezse, üstüne gidilemezse; bir süre sonra bu korku ve kaygılar kişileri, toplumları yönetmeye başlar. Diğer bir ifadeyle, kontrolden çıkan korku durumu kişinin toplum yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan cesaretten yoksun kalmasına neden olur ve yaşamını; amacına ve hedefine bağlı tarzda sürdürmesine olanak tanımaz. Korkunun kontrolden çıkması, gerek kişinin gerekse toplumun kendi dışında işleyen ve iradesine hükmeden bir dış güç gibi işlev görmeye başlar. Bu türden kişiler ve toplumlar genellikle itaatkar olurlar. Çünkü aklın ve mantığın yerini artık kontrolden çıkan korku almıştır ve de itaatkar olmadığı takdirde korktuğunun başına geleceğine inanmaktadır. Sömürgecilerin, diktatörlerin, faşistlerin, erkek egemenlikçi iktidarların toplum üzerinde terör estirerek bir korku yaratması boşuna değildir.

Katletme, gözaltına alma, gözaltında polisin sistematik işkencesine maruz bırakma, tutuklayıp yıllarca zindanda tutma, işten ve üniversiteden atma, fişleme, sürekli bir takibe maruz bırakma, sevdiklerinden uzak tutma, taciz ve tecavüze uğratma, maldan, mülkten ve geleceğinden etme korkusu vb. yöntemlerle kişiler ve toplumlar bir korku cenderesine alınır. Ceberut ve faşist devletler tüm bu uygulamaları gizleme gereği de duymazlar. Aksine bunların herkes tarafından bilinmesini isterler. Çünkü sadece birey üzerinde değil, bir bütün olarak toplum üzerinde bir korku salmaktır buradaki amaç...

Köleci ve feodal toplumlarda köle sahipleri ve feodal beylerin; köleleri, serfleri ve halktan kişileri cezalandırdığında, cezalandırmaların meydanlarda halka izletilmesi boşuna değildi. Benzer davranışlara girdiklerinde onların da aynı akıbete uğrayacaklarını göstermek ve bu biçimde onları korkutmaktır amaç... Bunu da önemli ölçüde başarmışlardır.

Korkunun, özellikle korkunun esiri haline gelenler üzerinde önemli bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Çünkü kontrol edilemeyen korkuların kişilerin ve toplumların donup kalmasına, bir nevi beyinsel felç olma (kendi dışında gelişen olaylara ve durumlara tepki vermeden etkisiz ve tepkisiz yaşama, buna üç maymunu oynama hali de diyebiliriz) durumuna düşmesi kaçınılmazdır. 

Korkunun düşünce ve irade üzerindeki bu yıkıcı etkisinin farkında olan tüm ceberut devletler bir korku imparatorluğu yaratmak için özel çaba sarf ederler. Tıpkı Hitler'in, Mussolini'nin, Franco'nun, Salazar'ın, Pinochet'nin, Ziya ül Hak'ın, Saddam'ın, İran'daki molla rejiminin, faşist şef Erdoğan'ın vb.lerinin yaptığı gibi...

Gerek tek tek kişilerin, gerekse toplumların özgüvenin gelişmesi ve özgürleşmesi bakımından korkulardan ve kaygılardan arınması gerekir. Mesela her gün ölüm korkusuyla yaşayan bir birey aslında her gün parça parça ölmektedir. Ya da bir nevi yaşayan bir ölüdür aslında... Bu türden kişilerin durumunu en iyi anlatan bir dizeyle anlatacak olursak: "Bir gün gelecek öleceksin./ O bir gün çoooook uzaklarda olabilir./ Ama ölüm korkusuna kapılırsan/ O bir gün sana bir gün kadar kısa gelebilir."¹ Oysa gerçek olan şudur: Ölüm de tıpkı sözünü ettiğimiz özgürlük gibi doğal bir durumdur. Ölümden sıkça söz etmek ve her an onu anımsamak ve bundan dolayı cesaretini yitirmek sadece hayattan bir beklentisi ve büyük idealleri olmayan insanların işidir. Buradan da anlaşılacağı üzere esasen korkuları yenmenin de onu denetim altına almanın da en güçlü aracı kişilerdeki ve toplumlardaki amaç açıklığıdır. Amaç açıklığı olmadığında; "ne için ve gerekli mi?" soruları insan beynini kemirir. Fakat bir amaç açıklığı varsa işte o zaman, Nazım ustanın da dediği gibi: "... Sen yanmasan/ ben yanmasam/ nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" şiarı bir parola haline gelir ve "ölüm hoş gelir sefa gelir"² diyecek kadar bir cesarete sahip olunur.

Bir devrimciyi devrimci yapan da "yaşamı ve özgürlüğü uğruna ölecek kadar sevmesidir."³ Bu bakımdan yaşamın uzun ya da kısa olması bir devrimci bakımından belirleyici değildir... Asıl mesele; yaşamını ne kadar anlamlı kıldığıdır. Sınıfsız, sömürüsüz ve cins ayrımsız bir dünya için ne yapabildiğidir. İşte bu amaç, devrimciyi payına düşen bedeli ödemekten bir an dahi geri durdurmaz.

Tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter'e bir radyo programında şu soru yöneltilmişti: "İleri yaşınıza rağmen hala sahnelerdesiniz. Bu durumu nasıl izah ediyorsunuz?" Yıldız Kenter' in yanıtı: "Ben bir sanatçıyım, üretemezsem tükenirim. Tükenmek ise yaşarken ölmektir. Ben tükenmek ve yaşarken ölmek istemiyorum" olmuştu. Oldukça anlamlı ve sorgulayıcı bir cevaptı. Şu ya da bu nedenle, korkularından ya da bedel ödemekten geri durarak devrimciliğini üretemeyenlerin, mücadelenin dışına düşenlerin, amaçtan sapanların, kolay devrimcilik yapmak isteyenlerin, bunu bulamayınca da kendini tüketenlerin, bireysel kaygı ve korkularını her şey haline getirerek üç maymunu oynama hallerini ciddi biçimde sorgulamaları gerekir.

Julius Fuçik'in şu mealde ifade ettiği: "Hayat bir tiyatrodur. Fakat hayatı gerçek bir tiyatrodan ayıran tek fark seyircisiz oynanmasıdır. Herkes sahnededir ve de herkes kendi rolünü oynar." Devrimcilikte ısrar edenler de etmeyenler de nötr durduğunu düşünenler de biraz kendisine eleştirel baktığında; durduğu yer ile tercih ettiği yaşam tarzıyla, teori ile pratiği arasındaki çelişkiyi sorguladıkça nasıl bir rol oynadığını rahatlıkla fark edecektir. Devrimciliğini bir tarafa bırakıp nötr yaşayacağını iddia edenlerin, insani değerlerini koruyacağı iddiasında bulunanların ya da sistemin bir parçası haline gelenlerin durumunu Julius Fuçik'in deyimiyle tanımlarsak, oynadığı rol, sanırız hayat tiyatrosunun trajedi grubuna girer. Çünkü trajedi grubuna giren tiyatroların en belirgin özeliklerinden biri de kişilere korku, heyecan ve acındırma üzerinden ders vermektir.

Birey ve toplumlar üzerinde yaratılan korkuların etkilerine ve de egemenlerin özellikle bir korku iklimi yaratmasının nedenlerine yukarıda değinmiştik. Faşist saray darbesinden sonra, faşist şef Erdoğan ve AKP-MHP iktidarı bir korku imparatorluğu yaratarak,  psikolojik savaşı limitine vardırarak, başta Kürt halkı olmak üzere emekçi sol saflarda ve diktatöre destek vermeyen kesimlerde umutsuzluk, güvensizlik, moral çöküntü ve teslimiyet ruh hali yaratmak istiyor. Diğer yandan bu psikolojik savaşı limitine vardırarak aynı zamanda yıkılmayacağı izlenimini yaratmak istiyor. Oysa yıkılmaz görünen, fakat aynı zamanda "belki de bir gün sonra" halk selinin önünde kumdan bir kale gibi çöküverecek bir rejimle karşı karşıyayız. Sermaye oligarşisinin ve onun başı faşist şef Erdoğan'ın bu amacını boşa çıkarmanın etkin bir yolu vardır. O da korkularımızla değil aklımızla hareket etmemizdir. Korkularımızla yüzleşmekten ve üzerine gitmekten bir an dahi tereddüde düşmemektir. Bedeli ne olursa olsun asla amaçtan sapmaksızın yürümektir. Sömürü ve zulüm düzeninin yıkılmasının da özgürlüğün kazanılmasının da cins özgürlüğünün sağlanmasının da en temel belirleyeni devrimci cesaretin toplumsal cesarete dönüşmesidir. Bunun için ise devrimcilerin öncelikle korku ve kaygılarından arınması gerekir. Devrimci olmanın da devrimcilikte ısrarın da tek doğru yolu budur.

1) Anonim
2) Che Guevara
3) PKK önder kadrolarından Ş. Kemal Pir