29 Eylül 2024 Pazar

Meryem Ağırnaslı yazdı | Sömürgeci savaş gerçekliği ve sınıfta kalanlar

Sömürgeci savaş gerçekliğini görmeden bu topraklarda yürütülen herhangi bir devrimci mücadelenin hiçbir karşılığı olmadığı artık kabul edilmek zorundadır. Emekçi sol hareket, Türk devletinin işlediği insanlık suçları karşısında gösterdiği tepkiyle sınıfta kalmıştır.

Bartın'ın Amasra ilçesinde yaşanan maden patlaması sonucu 41 işçi katledildi. Katledilen madencilerden 22 yaşındaki Rahman Özçelik'in babası Yusuf Özçelik, cenaze töreninde diğer oğlunun da Suriye'de askerlik yaptığını belirterek, şu ifadeleri kullanmıştı: "Hiç aklımın ucundan geçmezdi. Askerdeki oğlumu düşünürken, böyle oldu."

Kapitalist sömürgeci devletin bu coğrafyanın yoksul halklarına sunduğu iki seçenek var: Öldür ya da öl. Devletin bekası için silahın başında değilseniz, diğer ucundasınız demektir. Devlet için öldürmeyi tercih etmediğiniz her senaryoda ve hatta zaman zaman aksi senaryolarda da -devlet için herhangi bir standart, hukuk tanımaksızın en acılı ölümlere layıksınız demektir. Amasra'daki katliamda, patlama o kadar "geliyorum" diye bağırıyordu ki. İncelemeyi bırakın, madenci yakınlarının tanıklıkları, herkesin madende ciddi ihmaller olduğunun ve buna rağmen işçilerin çalıştırılmaya devam ettiğinin farkında olduğunun en somut kanıtıdır. Herkes farkındaydı. Ama devletin kurumu, TTK, ihmalleri gidermek için üretimi durdurmayı, karının bir kısmını gözardı etmeyi istemedi ve kelimenin mecaz değil gerçek anlamıyla işçileri ölüme gönderdi. Devlet, ölme yönündeki tercihi bile kendi sermaye düzenini sürdürmek için işçiler adına yaptı.

Peki, devletin bekası için öldürmeyi tercih etmediği gibi ölmeyi de tercih etmeyenler ne olacak? İşte o zaman, yoksul Kürt halkının çocukları, devrimciler, sosyalistler, yurtseverler; gerek demokratik siyaset alanında, gerek dağda, gerek zindanda, devletin en azılı düşmanı ilan edilmiştir. Devlete göre bu "düşman" karşısında her türlü işkence, kimyasal silah, saldırı, irade gaspı meşrudur: "Onlara bir insan muamelesi gerekmez."

Bu devletin bekası, en ağır sömürü koşullarında çalışan yoksul işçi ve emekçilerin, özgürlüğü için savaşan gerillaların, faşist, paramiliter çetelerin sokak ortasında katlettiği, kaçırdığı, kaybettiği devrimcilerin, zindanda ölüme mahkum ettiği siyasi tutsakların, fiili OHAL'in devam ettiği Kuzey Kürdistan'da zırhlı araçlarla ezdiği çocukların, heteroseksist erkek egemen rejiminin dışına attığı, sapkın deyip hedef gösterdiği, tecavüze, tacize uğramasını meşru gördüğü kadınların, LGBTİ+'ların, seks işçilerinin, hem Kürdistan'da hem batıda devrimci mahallelere çetelerinin soktuğu uyuşturucuyla ölüme sürüklenen gençlerin cesetleri üzerinde yükseltilmiştir.

Türk devletinin Güney Kürdistan'da gerillaya dönük kimyasal silah kullanımına ilişkin son görüntüler de esasında bu yüzden önemlidir. Aslında HPG, uzun zamandır Türk devletinin kimyasal silah kullanımı ve işlediği savaş suçlarına işaret ediyor. Mersin eylemi sonrası yayınlanan açıklamayı hatırlayacak olursak, HPG bu eylemi spesifik olarak Türk devletinin kimyasal silah kullanımına ve zindanlardaki katliam politikalarına karşı gerçekleştirdiğinin altını çizmişti. Ancak bu açıklamaların hiçbiri kimyasal silahın etkisindeki gerillaların görüntüleri kadar etkili olamadı. Böylesine bir aleniyetin büyük bir cüret ve onur gerektirdiğinin herkes farkında olmalıdır. Bu, tüm devrimcilere, sosyalistlere, yurtseverlere ve kendine demokrat diyen, kendine insanım diyen herkese, devletin bu coğrafya halklarına karşı işlediği insanlık suçlarından hesap sorulması için çok net bir çağrıdır.

Mesele artık sadece, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı da değildir. Mesele, devletin sürdürmek uğruna her yolu denediği bu katliam politikalarının, tabiri caizse "1000 yıllık devlet aklının" alaşağı edilmesi meselesidir. Bu akıl, öylesine bir zehirdir ki, sadece maden işçilerini ve Kürt halkının evlatlarını öldürmekle kalmaz, topyekun bir topluma işler, "demokratlık" iddiasında olanları, hatta yer yer kendine "sosyalistim" diyenleri bile devletin arkasında hizalanmaya zorlar.
Esas mücadele edilmesi gereken de budur. Devlet, eğitim müfredatıyla, medya organlarıyla, imha ve inkar politikalarıyla, hegemonik, ideolojik mücadelenin elindeki tüm araç ve biçimlerini seferber ederek bir toplumu işlendiğine dair bütün kanıtların ortada olduğu bir insanlık suçunu dahi geniş kitlelerince inkar edilecek düzeyde inşa etmiştir. Dikkat çekicidir, devlet gerillaya karşı kimyasal silah kullanımını müstahak görürken, kendi faşist tabanında bu eğilimi örgütlememiş, aksine devletin böyle bir suçu işleyemeyecek kadar pür-i pak olduğu fikrini aşılamıştır. Ancak modern devletin ve egemenlerin tarihine bakacaksak, bu fikrin dünyanın hiçbir yerinde bir inandırıcılığı olmadığını, ABD'den Japonya'ya, Almanya'dan Vietnam'a, Suriye'ye, kimyasal savaşın hiç de öyle tarihin arka sayfalarında kalmadığını görürüz. Bu bağlamda devletin örgütlediği faşist taban, kimyasal silah konusunda en asgari düzeyde yapılmış "İddialar araştırılsın" çağrılarını bile hedef tahtasına oturtmuş, kendi meslek etiğini önceleyerek gayet nötr bir açıklama yapan Türk Tabipler Birliği (TBB) Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı'ya soruşturma açtırmıştır.

Komiktir, kimyasal silah konusunda ağzını açıp tek bir kelime edemeyen reformistler, Şebnem Korur Fincancı'yı sahiplenmek için sıraya girdiler, hatta manşetlerine taşıyanlar oldu. Ama bu esnada Şebnem hocaya neden soruşturma açıldığı ve neden sahiplenilmesi gerektiği sorularını cevapsız bıraktılar.

İşte bu zehir, görünmeyen, koklanmayan, solunamayan, insanların fizyolojilerine değil ideolojilerine etki eden bu zehir, içlerinde en tehlikeli ve en güçlü olanıdır. Her yerdedir. "PKK'liler 5, 10, 15 çocuk yapıyor" beyanı mesela, bu zehrin nasıl saçıldığına dair iyi bir örnektir. "Sur'u Toledo yapacağız" iyi bir örnektir. "Mecbur muyuz Ağrılıyı, Diyarbakırlıyı seçmeye" iyi bir örnektir.

Sömürgeci savaş gerçekliğini görmeden bu topraklarda yürütülen herhangi bir devrimci mücadelenin hiçbir karşılığı olmadığı artık kabul edilmek zorundadır. Emekçi sol hareket, Türk devletinin işlediği insanlık suçları karşısında gösterdiği tepkiyle sınıfta kalmıştır. Tarihin hangi döneminde, ne koşulda, kim tarafından ve hangi gerekçeyle olursa olsun kimyasal silah kullanımının bir insanlık suçu olduğu gibi çok basit bir ilkenin arkasında durmak, bu kadar zor olmamalıydı.

Resmi ideolojinin bu coğrafyanın halklarına dayattığı, tarafı olmaya zorladığı katliam düzeni karşısında, emekçi sol hareketin sadece en ileri bölükleri değil, herkes tutum almak zorundadır. Bugün bu tutumu almaktan imtina edenler, ezilen halklara bunun hesabını verecektir. Devletin katliam düzeni de, bu düzenin işbirlikçileri de, bu düzen karşısında sessiz kalanlar da tarihin çöplüğüne yollanana kadar, Kürt halkı ve ezilenler, işçi ve emekçiler, adalet ve özgürlük için mücadelelerinden bir adım geri durmayacak, kapitalist faşist devletin çizdiği sınırlara değil, kendi eylemleri ve taleplerinin meşruluğuna yaslanacaktır.