EMEK
Adalet, sınıf ve Kürt: Sosyalist stratejiyi bugün düşünmek
"Hayır, biz Türkiye devrimini örgütleyeceğiz!" deyip, CHP yedeğinde algılarını Kürdistan'a kapatan her sosyalist hareket ise devletin sınırlarına çarpıp geri dönecektir. İşçi sınıfı fabrikalarda, havzalarda, atölyelerde, çarşılarda, merdiven altlarından çıkıp dolu dolu "Savaşa Hayır!" diye kükreyemedikçe, ne demokratik ne de sosyalist bir devrim mümkün olabilir. Eğer yeniden bir "Gezi Ruhu" inşa edilecekse, bu sadece yeni Taksim'ler yaratmakla değil, aynı zamanda yeni Lice'lere, yani Sur'a, Cizre'ye, Şengal'e, Şırnak'a ses vermekle hayat bulabilir.
Emeğin üzerindeki baskı giderek artıyor. Geri kapitalist bir mali-ekonomik sömürge ülke burjuvazisi olarak verimli üretime yönelemeyen, yani göreli artık-değer sömürüsü gerçekleştiremeyen Türk burjuvazisi, kar oranlarını ve kitlesini korumak için mesai saatlerini uzatıyor, işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlıyor, yani mutlak artıdeğer sömürüsüne hız veriyor. Kiralık işçilik ve kıdem tazminatının gasbına dönük yasalar, Türkiyeli işçilerin dünyanın en uzun mesai yapan işçileri olduğunu gösteren OECD raporu, pazar tatilinin tartışmaya açılması ve Cumhuriyet tarihinde gerçekleşen 14 grev yasağının 13'ünün son yıllarda AKP tarafından uygulamaya konulması bu yönelimin somut yansımaları...
Ancak, artan baskılara rağmen işçi hareketlerinde belirgin bir gerileme ve sessizleşme gözlemleniyor. Öyle ki, Emek Çalışmaları Topluluğu'nun yayınladığı 2016 İşçi Eylemleri Raporu'na göre; 2014'den 2016'ya kadar işçi eylemlerinin giderek azaldığını görüyoruz. Rapora göre, 2014'de 1001 işçi eylemi olurken, bu rakam 2015'de 754'e, 2016'da ise 608'e kadar gerilemiş.
İçerik bakımından değerlendirdiğimizde ise 2016'daki eylemlerin yaklaşık sadece dörtte birinin işçi düşmanı yasalara karşı düzenlenen "genel eylem" kategorisinde olduğunu görmekteyiz. Kalanı, iş yeri temelli ücret ve işten atmalara karşı geliştirilen grevler. Yani özetle, işçi hareketi daralıyor ve ücret mücadelesine sıkışıyor gözüküyor.
Rapor, işçi hareketindeki bu sıkışıklığın sebebini rejimin baskıcı niteliğinin artmasına ve OHAL'e bağlıyor. O kadar ki, burjuvazi ve onun temsilcisi olan AKP Genel Başkanı tüm pervasızlığı ile "OHAL'i grev tehdidi olan yere müdahale etmek için kullanıyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL'i" diyebiliyor. Tabiri caizse, Erdoğan sosyalistlere hiçbir ajitasyon malzemesi bırakmıyor, işçi düşmanı karakterini tüm "samimiyeti" ile dillendiriveriyor.
Peki, sosyalistler bu gerçeği nasıl tahlil etmeli? İşçi eylemliliğinin böylesine düştüğü bu dönemde sosyalist strateji ve politikanın ana hattı ne olmalı? OHAL döneminde sınıf mücadelesi ve sınıf çalışması nasıl yürütülmeli?
GERİCİ İÇ SAVAŞLAR
Her şeyden önce, faşizm ve OHAL uygulamalarının sadece bir "korku iklimi" yarattığını, gerilemenin de bu korkuya bağlı olduğunu söylemek tam anlamıyla doğru olmayacaktır. Ortada hem korkuyu temellendiren hem de onu aşan bir durum var. Faşizm ve OHAL sadece doğrudan baskı ve kısıtlamalarla işçi sınıfını engellemiyor, aynı zamanda yaratılan "terör" algısı ve beraberinde gelen milliyetçi ve şoven histeri ile sınıfın isyanını "rızaya", "katlanma haline" ya da en iyi ihtimalle Kürt halkının devrimci direnişine karşı bir "mesafeye" dönüştürüyor.
Bu, yeni bir şey değil elbette. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana hiçbir zaman burjuva demokratik bir niteliğe bile sahip olmadı. Faşizm, cumhuriyetin temel yönetim rejimi; politik özgürlüklerden yoksunluk da rejimin temel karakteri aracı oldu. Bunun sebebi "sosyopatlık" değildi elbette. Sermayenin bugün de geçerli olan kanunu devredeydi hep: Verimli üretim yapamıyorsan, maliyetleri düşür! Eh, işçi dışında fiyatın belirlenebileceği başkaca da bir üretim faktörü olmadığı için, işçi sınıfı ve köylülüğün isyanını önlemenin tek yolu onları söz, eylem, grev ve örgütlenme haklarından mahrum bırakmak olmalıydı. 90 yıllık cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm anayasaları bu yasaklar üzerine bina edildi.
İşçi sınıfının politik özgürlükleri önündeki bu kısıtlamalar sadece yasalarla işletilmedi tabi. Yasaların, emek-sermaye çelişkisi karşısındaki toplumsal sıkışmayı önleyemeyeceği anlarda faşist rejimlerin bir numaralı uygulaması devreye sokuldu hep: İç savaş. İşçi sınıfının ve ezilenlerin uyanışının arttığı ya da tersinden baskının tahammülfersa noktalara evriltilmek istendiği her dönemde, ezilenler arasında döneme özgü yapay çelişkiler yaratılıp, çatışmalar provokasyonlar yoluyla harlandı ve bu savaşlar, ezilmek istenen tarafın devlet terörü ile bertaraf edilmesi amacına ulaştı. Sünni-Alevi, laik-İslamcı, Türk-Kürt ayrıştırmaları ve çatış(tır)maları bunlar arasında en bilinenleridir. 6-7 Eylül Pogromu'ndan Dersim Katliamı'na, Çorum'dan Maraş'a, Fatsa'dan Gazi'ye, Suruç'tan Kobanê serhıldanı katliamına kadar sayısız gerici iç savaş provokasyonu işçi sınıfının ve ezilenlerin ileri bölüklerinin politik yükselişini engellemek ve buna karşı "milli ruh" rızası üretmek amaçlı tertiplendi. Bu tür katliamlar tertiplenmeye devam ediyor. Böylece, emek-sermaye çelişkisi kendini devlet-halk çelişkisi ile örtüyor ve sınıfsal mücadelenin ekonomik hattı görece çok daha kısır olmak durumunda kalıyor. Kürt, Türk ile eşit haklara sahip olmak için direndikçe, Türk işçi "terörist" olmaktan imtina ediyor.
Bahse konu gerici iç savaşlar silsilesi sınıf savaşı açısından sadece basit bir "maskeleme" aracı olarak kullanılmadı elbette. İç düşman pratiği ciddi bir sermaye aktarımına ve etkin maliyet politikalarına da hizmet etti. Örneğin Kürt halkını baskı altında tutan devlet aklı, millici bir histeri ve teröre karşı savaşın sağladığı rızanın yanında Kürt halkının doğal kaynaklarını sömürüp, savaş ve göç yoluyla onları ucuz iş gücü olarak kullandı. Savaşın içinde bulunduğumuz döneminde Kürt kentlerinin yıkılıp yandaş müteahhitlere yeniden yaptırılması olgusu da bu kapsamda en güncel "getiri"lerden birisi olarak okunabilir.
Rejimin bu karakterini tahlil etmeden inşa edilecek her sosyalist strateji başarısızlığa mahkum olacaktır. Açıktır ki, cumhuriyet tarihinin ve özellikle de günümüzün temel sorunu politik özgürlükler ve demokrasi sorunudur ve bugün için sınıf mücadelesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinde somutlanmak zorundadır. Aksi, fabrikalarda ve havzalarda yapılacak her grev, direniş, vb. çalışmanın güdük kalmasına, ekonomik ufku aşamamasına ve sınıfsal öfkenin "Çarlığın yıkılmasına" yönlendirilememesine yol açacaktır. Faşist burjuvazinin bu topraklardaki temel hareket tarzı, yani devlet terörü ve iç savaşlar mekaniği kırıma uğratıldığı ölçüde de emek ve sermaye arasındaki çelişkiler belirginleşecek, Türk, Kürt, Sünni, Alevi tüm işçilerin bir sınıf olarak hareket edebilmesinin önü açılacaktır.
ADALET MİTİNGİ VE 'TÜRK'ÜN ÖZGÜRLEŞMESİ'
Peki, toplumda adalet ve demokrasi talebinin bu kadar yükselmesi ve hatta Adalet Yürüyüşü ve mitingi ile milyonların demokrasi özlemlerini coşkunca dışa vurmasını, işçi sınıfı ve ezilenlerin politik özgürlükler ve demokrasi mücadelesi yolunda attığı önemli bir adım olarak değerlendirebilir miyiz?
Milyonların bu taleplerle harekete geçmesinin, her sosyalistin yüreğini coşkuyla doldurmakta olduğundan kuşku yoktur, şüphesiz. Ancak, yürüyüş ve mitingin içeriğine ve bu vesileyle söz konusu milyonların siyasi öncülüğüne soyunan CHP'nin perspektifine baktığımızda, sosyalistlerin önünde ciddi bir tehdidin olduğunu da söylemek gerekiyor.
Çözüm sürecinin devlet tarafından bitirilişine; Kürt halkına dayatılan imhaya, katliamlara ve savaşa; katledilen binlere; yıkılan Sur-Cizre ve Şırnak'a; kültürel soykırıma; zorla göç ettirilen yüz binlere; 83 belediyeye atanan kayyuma; tutuklanan HDP eşbaşkanları ve 12 milletvekili, 80'in üzerinde belediye eşbaşkanı ve 3 binden fazla HDP üye ve yöneticisine; milletvekilliği ve eşbaşkanlığı düşürülen Figen Yüksekdağ'a; basının HDP ambargosuna ve aileleriyle birlikte 20 milyona yakın insanın siyasi iradesine vurulan prangaya dair tek söz söyleyemeyen bir yapının, böyle bir "öncülüğün" sınıf savaşımına katacağı zerre katkı olmayacak, bilakis geriletici bir süreci doğurma riski açığa çıkaracaktır.
Zira, Kürt sorunu 10 maddelik listeye sığmayan ve es geçilebilecek bir teferruat değil, mevcuttaki faşizmin üzerine yükseldiği temeldir. Tersinden, bugün Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yükselişi, faşist burjuva rejimi sarsabilecek en büyük kuvvet olarak karşımıza çıkıyor. Kısacası, Türk halkının, işçi sınıfının özgürlüğü, ilk elden Kürt halkının özgürlüğüne bağlıdır. Sömürgeci baskı altında tutulan Kürt halkının anayasal temelde demokratik hak ve özgürlüklerinin kazanılmasını merkeze almayan her çıkış, ya en iyi ihtimalle faydasızdır ya da ezilenleri düzen içinde tutmanın yeni bir oyunudur. Kabaran adalet talebine ve kemiğe dayanan bıçağa adres olarak 2019 seçimlerinin işaret edilmesi, burjuva medyanın "2019'un adayı belli oldu" manşetleri iyi olan ihtimalin yüzdesinin düşük olduğuna işaret ettiğini de söylemiş olalım.
Adalet Yürüyüşü ve Mitingi'ne "Batı'dan bir devrimci-demokratik çıkış yakalama" hedefi ile dört elle sarılan sosyalistlerin önündeki temel politik görev, CHP önderliğini hızlıca bertaraf edip, adalet talebini Kürt halkının talepleri, daha doğrusu acılarıyla buluşturmaktır. Bu da HDP ve HDK ile omuz omuza, güçlü bir anti-şovenist ve anti-faşist cephenin oluşturulmasıyla mümkün olacaktır.
"Hayır, biz Türkiye devrimini örgütleyeceğiz!" deyip, CHP yedeğinde algılarını Kürdistan'a kapatan her sosyalist hareket ise devletin sınırlarına çarpıp geri dönecektir. İşçi sınıfı fabrikalarda, havzalarda, atölyelerde, çarşılarda, merdiven altlarından çıkıp, dolu dolu "Savaşa Hayır!" diye kükreyemedikçe ne demokratik ne de sosyalist bir devrim mümkün olabilir. Eğer yeniden bir "Gezi Ruhu" inşa edilecekse, bu sadece yeni Taksim'ler yaratmakla değil, aynı zamaanda yeni Lice'lere, yani Sur'a, Cizre'ye, Şengal'e, Şırnak'a ses vermekle hayat bulabilir.