4 Aralık 2024 Çarşamba

Arzu Demir yazdı | Ayşe Ateş adalet arayışcısı mı hesaplaşma aracı mı?

Rakel Dink ile Ayşe Ateş, "eşlerini kaybetmiş kadınlar" parantezinde aynı acıda ortaklaştırılamaz. Hrant Dink, Ermeni olduğu için bu devlet tarafından katledilmiştir. Devletin fail olduğu bu cinayetin tetikçileri de ülkücü faşistlerdir. Rakel Dink bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgularken, devletin, o ya da bu kliğine yaslanmaz. O'nun güç aldığı, "Hepimiz Hrantız" diyen milyonlardır.

Birkaç gündür Ayşe Ateş'in açıklamalarını izliyorum. Acısının yanı sıra eşi Sinan Ateş'i, "ülkücü camia"da iç iktidar mücadelesi içinde kaybetmiş olmanın ve cinayetin üzerinin kapatılmak istenmesinin öfkesiyle konuşuyor. "Ömrümüzü adadığımız bütün inançlar yalanmış" sözünü ettiren de eşinin bu iç iktidar kavgasına kurban gitmesi. Cinayetin faillerini açık ediyor, devletin bir kanadına karşı duruyor.

Ayşe Ateş'in bu tutumu, devletin karakterine ve parçası olduğu ülkücü faşist dünyaya dair bir aydınlanmanın sonucu mu? Ondan bir adalet arayıcısı çıkar mı? Sorgulamasının sınırları nereye kadar gider? Bir Tomris Özden'e dönüşür mü?

En yakınındakini kaybetmenin, hele de haksızlığa uğrama duygusunun dönüştürücü etkisi olduğu kesin. Hiç yoktan insanı eskiden yakın olduğu şeye mesafelendirir. Devlet içi hesaplaşmaların sonucunda yakınlarını kaybedenlerin çok güvendikleri devlete uzaklaştıkları örnekler az değil. Örneğin Tomris Özden. Eşi Rıdvan Özden Mardin Jandarma Alay Komutanı olduğu sırada 1995 yılında iki korumasıyla birlikte öldürüldü. Tıpkı orgeneral Eşref Bitlis ve JİTEM komutanı Cem Ersever gibi devlet içi hesaplaşmanın parçası olan bu cinayet, kayıtlara, "PKK öldürdü" diye geçti. Ancak bu devlet propagandasına Tomris Özden inanmadı. O acısını, adalet arayışını, insan hakları ve demokrasi mücadelesinin bir parçası haline getirdi. İHD'nin üyesi oldu, çalışmalarına katıldı, Cumartesi Annelerinin yanında durdu, gerilla anneleriyle kucaklaştı. Üstelik bunları, devletin ölüm tehditlerini, psikolojik baskılarını, itibarsızlaştırma saldırılarını göğüsleyerek yaptı. Geçen yıl katıldığı bir televizyon programında eşinin devlet tarafından öldürüldüğünü bir kez daha söyledikten sonra yine tehditlerin başladığını açıkladı.

Ayşe Ateş, kendisinin acısı ile Rakel Dink'in acısını eşitleyen medyascope'tan Göksel Göksu'nun yazısını X hesabından paylaşırken, "Bu ülkede geçmişten bugüne benimle aynı zulme uğrayan, benzer acıları tecrübe eden, ortak kader yaşayan bütün kadınlar öz kardeşimdir" diye yazdı. Bu açıklamasının ardından "Öz kardeşimizsin" diyerek bağrımıza mı basacağız? Acıda eşitlenmek ve kardeşlik için bu açıklamalardan daha fazlasına ihtiyacımız yok mu?

Ayşe Ateş, eşinin ölümünde MHP'ye dikkat çekerek, iddianamede olmayan kimi isimleri veriyor. Bu söyledikleri bir cinayetin aydınlatılması bakımından önemli elbette. Ancak eşine talimatların MHP genel merkezinden geldiğini söylerken, Sinan Ateş'i de işlediği suçlardan azade tutuyor. "Talimat geldi ve Sinan Ateş yapmak zorunda kaldı" yaklaşımı, adalet arayışının sınırlarını çiziyor. Ayşe Ateş, öncelikle bu sınırların dışına çıkmak zorundadır. Eşinin Ülkü Ocakları gibi sicili kanlı ve kirli bir örgütün lideri olduğu gerçeğinin üzerinden atlayamaz. Madem, "Geçmişteki hatalarımla, yanlışlarımla yüzleştim. En ağır özeleştiriyi yaptım" diyor. O halde, ülkücü faşist hareketin birçok yerinde olmuş eşinin, gazeteci dövdürmek dışındaki faaliyetlerine ilişkin tanıklığını da açıklaması gerekecektir. "Siyasi bir kişilik değilim" sözünün arkasına sığınamaz.

Sinan Ateş davasının bir kez daha gösterdiği gibi Ülkü Ocakları, devletin paramiliter bir yapılanmasıdır. Nasıl ki, 1970'lerde, 1980'lerde, devlet tarafından muhaliflere, devrimcilere, Alevilere, Ermenilere yönelik saldırılarda vurucu bir güç olarak kullanılmışsa, faşist şeflik rejimi döneminde de ihtiyaç duyulduğunda sahneye sürülmüştür.

Bu faşist örgütün başkanlığını bir dönem Sinan Ateş yapmıştır. Mağdur değil, faildir. Akademiden gelmesi, tarih okuması, ülkü ocağına tiyatro kurması, başka bir ifadeyle "okumuş faşist" olması, bu gerçeği değiştirmez. MHP'li bir ailede doğmuştur, daha sonra da tüm yaşamını, ülkücü faşist ilkelerle kurmuştur, bu hareketin içinde görev ve sorumluluk üstlenmiştir.

Ayşe Ateş, eşini kaybetmiş bir kadın olarak bir mağdurdur. Ancak bu mağduriyetin sınırı, onun faşist bir liderin eşi olması ve yaptıklarına tanık olmasına kadardır.

Bu nedenle, Rakel Dink ile Ayşe Ateş, "eşlerini kaybetmiş kadınlar" parantezinde aynı acıda ortaklaştırılamaz. Hrant Dink, Ermeni olduğu için bu devlet tarafından katledilmiştir. Devletin fail olduğu bu cinayetin tetikçileri de ülkücü faşistlerdir. Rakel Dink'in adalet arayışı sınırsızdır. O bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgularken, devletin, o ya da bu kliğine yaslanmaz. O'nun güç aldığı, "Hepimiz Hrantız" diyen milyonlardır, "Hrant için adalet, herkes için adalet" arayanlardır. Ayşe Ateş, eşinin ülküdaşı olan MHP'li katillerden hesap sorarken, CHP'sinden İYİP'ine, burjuva siyaset sahnesinde MHP ya da Devlet Bahçeli ile hesabı olanların desteğini alıyor. AKP'nin MHP ile çatışmasında "koz" oluyor. Bir hesaplaşmanın "kullanışlı kartı" haline geliyor. Devlet Bahçeli'den uzaklaşırken, Erdoğan'a yaklaşıyor. MHP'den kopuyor ancak devletten kopmuyor, devlete bağlılığını, inancını sürdürüyor.

Ayşe Ateş, Rakel Dink, eşi gözaltında kaybedilen Fehime Tosun, eşi faili meçhul cinayetle katledilen Pervin Buldan ya da bu devletin gadrine uğramış binlerce kadın ile kardeşleşecekse, öncelikle, fail devletten uzaklaşmak zorundadır. Hem de hiçbir kanadına sırtını dayamadan...