4 Aralık 2024 Çarşamba

Bayındır: 13 Ekim mitingi komploya karşı direniş çizgimizi yeni bir boyuta taşıyacaktır

ETHA'nın sorularını yanıtlayan DBP Eş Genel Başkanı Keskin Bayındır, tecrit üzerine kurulu bu rejimi birçok platformda teşhir ettiklerini hatırlattı. 13 Ekim'de düzenlenecek mitingin de bu anlamda yeni bir platform olacağını dile getiren Bayıdır, "Mutlak tecride karşı mutlak zafer sonucu alıncaya kadar mücadele etme kararlılığı ve bu mücadelenin toplumsallaşması gerektiği inancındayız. Bu bağlamda, 13 Ekim mitingi komploya karşı direniş çizgimizi yeni bir kararlılık ve boyuta taşıyacaktır" dedi. 

Diyarbakır'da 13 Ekim'de düzenlenecek olan "özgürlük mitingi" için Türkiye ve Kürdistan kentlerinde çalışmalar sürüyor. Sokak sokak yürütülen çalışmanın yanı sıra siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri de ziyaret edilerek mitingin önemine dikkat çekiliyor.

Mitingin önemine ve tarihsel anlamına ilişkin Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Keskin Bayındır ile konuştuk. Sorularımızı yanıtlayan Bayındır, 13 Ekim mitinginin komploya karşı direniş çizgisini yeni bir kararlılık ve yeni bir boyuta taşıyacağını kaydetti. 

DBP Eş Genel Başkanı Keskin Bayındır'ın ETHA'nın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

13 Ekim'de Diyarbakır'da bir miting düzenleyeceksiniz. Öncelikle okurlarımıza mitingin taleplerini ve amacını aktarabilir misiniz?
"Sayın Öcalan'a fiziki özgürlük, Kürt sorununa demokratik çözüm" şiarı ile daha önce başlatmış olduğumuz "Özgürlük Yürüyüşü"müz kapsamında şu ana kadar Türkiye, Kürdistan ve dünyanın birçok merkezinde önemli eylem ve etkinlikler gerçekleşti. Şüphesiz tüm bu eylem ve etkinliklerin her biri diğerinden önemliydi. Birçoğu önemli ölçüde gerek iç gerekse de dış kamuoyunda önemli ses getirdi. 1 Şubat tarihinde Van ve Kars'tan iki kol olarak başlatmış olduğumuz "özgürlük yürüyüşü" bu amaçla yakın zaman içerisinde gerçekleşen programlardan biriydi.

ODAĞIMIZ SAYIN ÖCALAN'IN ÖZÜRLÜĞÜ VE KÜRT SORUNUNDA DEMOKRATİK ÇÖZÜM
Bunun yanı sıra, 27 Kasım 2023 tarihinde Türkiye ve Kürdistan'daki cezaevlerinde başlatılan ve ağır tecrit koşulları altında sürdürülen açlık grevi direnişleri kampanya kapsamında ses getiren eylemlerden biri oldu. Tabii, bugün hala devam eden özgürlük yürüyüşümüzde tek bir hedefe odaklanmış durumdayız. Odağımız sayın Öcalan'ın özgürlüğü ve Kürt sorununun demokratik yollarla çözümüdür. Birbiri ile doğrudan bağlantılı olan her iki amacımıza ulaşmadıkça da yürüyüşümüzden, mücadelemizden asla geri adım atmayacağız. Bu doğrultuda sonuca daha hızlı ve etkili ulaşmak amacıyla önümüze bir takım yeni programlar koyduk. Bu programların her biri özgürlük yürüyüşümüzü yeni aşamalara taşıyacak düzeydedir. 13 Ekim günü Amed'de gerçekleşecek olan büyük özgürlük mitingimiz de bu hedeflerden biri olacak.

"Sayın Öcalan'ın özgürlüğü ve Kürt sorununun demokratik çözümü" talebi özü itibariyle yelpazesi çok geniş bir alanı kapsıyor. Türkiye halkları bugün siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak ciddi krizler yaşıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünden tutun, demokrasi-özgürlük normlarının aşınmasına kadar bugün topyekun bir tecrit hali ile karşı karşıyayız. Biz bunu toplumsal tecrit olarak tanımlıyoruz. Söz konusu toplumsal tecrit altında yediden yetmişe tüm kesimlerin dünü, bugünü ve yarını tehdit ediliyor ve bu durum giderek daha vahim bir hal alıyor. Ortaya çıkan bu tablonun nedenlerini derinlikli olarak ele aldığımızda iki faktör ön plana çıkıyor. Sayın Öcalan'a yönelik uygulanan tecrit ve Kürt sorununda çözümsüzlük ısrarı…

ULUS-DEVLET ELİYLE İNŞA EDİLEN SİSTEM SERMAYEYE SINIFINA HİZMET EDİYOR
Siyasal ve ekonomik olarak bir çözümleme veya tahlil yaptığımızda yaşanan tüm krizlerin temelinde her iki faktörün yer aldığını görürüz. Bir örnek ile daha da somutlaştıracak olursak; bugün Türkiye'de ciddi bir ekonomik kriz söz konusu. 1929 dünya ekonomik buhranına benzer bir ekonomik krizden bahsediyoruz. Bu ekonomik krizin birçok nedeni var. Bunun yanı sıra milyonların hayatını karartan bir emek sömürüsü söz konusu. Bugün iktidarlar ve ulus-devlet eliyle inşa edilen sistem sadece patronlara, sermaye sınıfına hizmet ediyor. Bu sistemde emekçiler ve işçi sınıfı sömürü çarkında tutuluyor. Öyle ki işçi sınıfının kaderi devlet ve sermaye sınıfının tekeline bırakılmış durumda. Krizler ve sömürü üzerine ayakta tutulan bu sistemin yol açtığı sonuçlar ise yeni bir buhrana işaret ediyor. Tabii bu düzene karşı işçi sınıfı öncülüğünde gelişen bir mücadele de var. Bu mücadeleyi çok anlamlı ve önemli görüyoruz. Ancak, sömürü çarkına karşı gelişen iş-emek mücadelesi genellikle sonuçlar üzerine kurulu. Ekonomik krize karşı mücadele ederken veya refleks gösterirken sonuçları üzerine tahliller yapılıyor. Ancak, şunun farkında olmamız gerekiyor; sonuçlar üzerinden gelişen tepki veya mücadele yanlış bir tahlile yol açabilir. Ortaya çıkan tabloyu doğru temelde tahlil etmek istiyorsak yaşanan krizleri sonuçlar üzerinden değil, krizlere yol açan faktörler üzerinden yani kaynağı üzerinden ele almamız gerekiyor. Bu ekonomik kriz için de geçerli, ekolojik tahribat ve doğa kıyımı için de geçerli, aynı şekilde kadın kimliğini hedef alan sömürü anlayışı için de geçerli. Yaşanan krizlerin çıkış noktasına, kaynağına yoğunlaşmamız gerekiyor. Bugün iktidarın yaşadığı iktisadi sorun ekonomik krizin en büyük nedenlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Ancak, biz en büyük nedenin iktisadi sorun değil, iktidarın savaş politikaları üzerinde derinleştirdiği Kürt sorunu olduğunu söylüyoruz.

ÇÖZÜMSÜZLÜK İKTİDARIN TEMEL POLİTİKALARI HALİNE GELDİ
Her yıl "güvenlik ve savunma" politikalarına ayrılan bütçe de bu tespitimizi fazlasıyla destekler nitelikte. Her yıl Türkiye'de milyarlarca lira savaş bütçesine ayrılıyor. 2024 yılı için ayrılan bütçe bu anlamda rekor bir miktar olarak kayıtlara geçti. Peki "güvenlik harcamaları" adı altında devasa miktarda bütçenin ayrıldığı savaşın merkezinde kim yer alıyor? Bugün Kuzey Doğu Suriye ve Güney Kürdistan'da sürdürülen politikalara baktığımızda bu savaşın merkezinde Kürt halkının yer aldığını görürüz. Yani Erdoğan-Bahçeli iktidarı yıllardır milyarlarca dolar parayı Kürt halkını hedef almak için harcadı ve harcamaya da devam ediyor. Sırtını iktidara veren savaş sektörünün de beslendiği bu savaşın temel nedeni "çözülmeyen, çözülmesi istenilmeyen Kürt sorunudur."

Şunu çok net ifade etmek istiyorum, AKP-MHP iktidarı Kürt sorunun çözülmesini istemiyor. Çünkü, bu iktidarı ayakta tutan temel etmen, Kürt düşmanlığı üzerine kurulu siyasi anlayıştır. İçeride ve dışarıda Kürt halkının statüsünü ve temel haklarını hedef alan her strateji ve politika AKP-MHP iktidarına güç kazandırıyor. Bu nedenle Kürt sorununda çözümsüzlük iktidarın temel politikalarından biri haline gelmiştir. Tabii bu çözümsüzlüğü derinleştirmenin yolu da sayın Öcalan'ın fikriyatını hedef alan tecrit sisteminden geçiyor. Çünkü, sayın Öcalan'ın sunduğu çözüm önerileri, Kürt sorununa demokratik çözüm getireceği gibi, Türkiye ve Kürdistan halklarına dayatılan krizlere de panzehir olacaktır.

Sayın Öcalan'ın özgürlüğü Kürt sorununu çözeceği gibi, savaş siyasetine ağır bir darbe vuracaktır, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesinin önünü açacaktır. Tüm bu nedenlerden dolayı 13 Ekim'de dile getireceğimiz talepler sadece Kürt halkını değil, Türkiye'deki tüm kesimleri yakından ilgilendiriyor. Eğer tecrit bugün yaşamımızın her alanına sirayet ediyorsa, toplumun tüm kesimlerini etkisi altına alıyorsa, tecride karşı duruş da aynı ölçekte kapsamlı ve etkili olmalıdır. Bu doğrultuda, büyük özgürlük mitingimizdeki temel talebimiz ve amacımız tecride karşı ortak ve sonuç alıcı tutum alma olacaktır.

EKONOMİK VE SİYASAL KRİZLER TECRİDİN SONUCUDUR

PKK lideri Abdullah Öcalan'a yönelik mutlak tecrit işkencesini ülkenin birçok yerine yayıldı. Tecrit politikalarının amacı nedir, nasıl mücadele yürütmek gerekiyor? Mitingin bu mücadele kapsamında rolü nedir?
Sorunuzda da belirtildiği gibi mutlak bir tecride dönüşerek devam eden İmralı'daki işkence hali gelinen aşamada sadece ada hapishanesiyle sınırlı kalmadı, ülkedeki tüm cezaevlerine yayılmış durumda. Hatta tecridin etkileri ve yansımaları artık sadece cezaevleriyle de sınırlı değil. Yaşamın hemen her alanından bizler tecridin etkilerini hissedip, yaşayabiliyoruz. Değinmeye çalıştığımız savaş siyaseti ve buna bağlı olarak gelişen ekonomik ve siyasal krizler tecridin sonuçlarındandır. Peki siyasal iktidar ve komployu gerçekleştiren kapitalist güçler tecrit ile neyi hedefliyor? Bu soruya iki ayı parantez açarak yanıt vermek daha yerinde olacaktır. Birincisi kapitalist güçlerin uluslararası komployla sayın Öcalan'ın esaretine ve tecrit edilişine neden ihtiyaç duyduğudur… İkincisi ise bu sürecin aparatlarından biri olan Türkiye'nin tecritte neden ısrar ettiğidir.

ÖCALAN TECRİT VE İŞKENCE KOŞULLARINA KARŞI HAPİSHANEYİ DİRENİŞ ALANINA ÇEVİRDİ
İlkiyle başlayacak olursak; Ortadoğu'yu yeniden dizayn etme ve ulus devleti restore etme çabasına giren emperyalizm, bu doğrultuda bir takım yeni girişimler başlattı. Bu amaçla önlerine çıkan her engel ortadan kaldırması gereken bir hedefti. Bu hedeflerden biri de sayın Öcalan'dı. Çünkü, sayın Öcalan'ın özgürlükçü ve demokratik çizgi üzerine geliştirdiği demokratik ulus paradigması, ulus devletleri besleyen ve Ortadoğu halklarını zehirleyen kapitalist ulus paradigmasına panzehirdi. Bu paradigma Ortadoğu'ya kalıcı çözüm sunduğu gibi halkların özgür yaşam inşa etmelerine de hizmet ediyordu. İşte tam da bu nedenle ABD-İsrail ve İngiltere'nin öncülüğüyle bir komplo süreci başladı ve devamında da sayın Öcalan esir alınarak Türkiye'ye teslim edildi. Tabii bir kez daha evdeki hesap çarşıya uymadı. Sayın Öcalan tecrit ve işkence koşullarına rağmen İmralı Ada Hapishanesini direniş alanına dönüştürdü, gösterdiği irade ve geliştirdiği çözüm önerileri ve de değerlendirmeleriyle komplonun siyasi, hukuki ve toplumsal tüm ayaklarını bir bir boşa çıkardı. Tabii, tüm ayakları çürütülen komployu sürdürebilmek için kapitalist güçler ellerinde kalan son şeye başvurdular. Yani tecride.

Tecrit ile sayın Öcalan ile toplum ve halklar arasına bir duvar örmeye başladılar. Çünkü sayın Öcalan'la temas halinde olmak, onunla düşünce alışverişi yapmak barış, demokrasi ve özgürlüğe doğru adım atmaktı. Bunun önüne geçmek için de tecride başvuruldu. Bugün CTP, AİHM, Avrupa Konseyi ve BM gibi tüm kurumların sergilediği tutum da tecride hizmet etmek amaçlıdır. Her biri kendisine verilen rol ve görev doğrultusunda hareket ediyor. Hepsinin tek bir amacı var; sayın Öcalan şahsında halkların barış ve özgürlük talebini İmralı'da esaret altında tutmaktır.

KÜRT DÜŞMANLIĞI ÜZERİNDE STRATEJİLERİNİ KURDULAR
Tecridin ikinci yani Türkiye ayağına değinecek olursak; AKP-MHP iktidarının siyasi ömrünü uzatarak rejimini ayakta tutma amacı karşımıza çıkıyor. Siyasal ve ekonomik olarak çöküşün eşiğine gelen ve gelinen aşamada iç ve dış politikaları hiçbir sonuç vermeyen siyasal iktidar, çareyi bilindik bir yöntemde arıyor. Yani çareyi Kürt düşmanlığını daha da pekiştirmekte arıyor. Bilindik bir yöntem diyoruz, çünkü cumhuriyetin ilk yüzyılında tüm iktidarlar Kürt düşmanlığı üzerinde stratejilerini kurdular. Ve şimdi AKP-MHP rejimi de cumhuriyetin ikinci yüzyılında bu yönteme bir devlet politikası, bir iktidar bekası olarak başvuruyor. "Kürt sorununu nasıl çözümsüz bırakabilirim? Kürt halkına yönelik imha ve inkar politikalarını nasıl daha da derinleştirebilirim" sorularının ardına düşen Erdoğan-Bahçeli iktidarı, bulduğu yanıtların merkezine sayın Öcalan'ı koymuş durumda.

MİTİNG DİRENİŞ ÇİZGİMİZİ YENİ BİR KARARLILIĞA TAŞIYACAKTIR
Sayın Öcalan üzerinde inşa edilen mutlak tecrit ve işkence sistemi ile Kürt sorununu çözüm bırakıyor, demokratik siyaseti tasfiye etmeye çalışıyor, savaş siyasetini sürdürüyor ve tüm bunlar sayesinde de 22 yılı aşkın bir süredir de ayakta duruyor. 4 Kasım başta olmak üzere şu ana kadar gerçekleşen siyasi darbeler, deşifre olan "çöktürme planı", çözüm sürecinin sonlandırılması, ana muhalefet partisinin de destek verip ancak sonuç alamadıkları sınır ötesi operasyonlar, antidemokratik uygulamalar, düşünce ve ifade özgürlüğüne vurulan darbeler, İstanbul Sözleşmesi'nden geri çekilme gibi tüm bu önemli başlıkları tecrit siteminden bağımsız ele almak büyük bir hata olacağı gibi, yapılan tespitlerin de odağını kaydıracaktır. Tüm bu başlıklar bugün AKP-MHP rejimini ayakta tutan, kendisini besleyen faktörlerdir. Bu faktörlerin çürütülmemesi için, bu faktörlerin işlevselliğini yitirmemesi için de sayın Öcalan'a yönelik mutlak bir izolasyon ve işkence uygulanıyor. Çünkü sayın Öcalan'ın fikriyatı ve çabası ile tüm bu sorunların çözümüne hizmet ediyor. İktidar da onun bu gücünün ve etkisinin farkında. Biz bunu en iyi şekilde "çözüm süreci" olarak isimlendirilen dönemde gördük. O dönem İmralı ile kurulan temas memleketin havasında bir değişim yarattı, barış ve çözüm adına ülke halklarında bir umut yarattı. Ama ne oldu? Bu rolün ve geliştirdiği sonuçların kendi geleceklerini tehdit ettiğini gören Erdoğan-Bahçeli iktidarı, Kürt halkını inkar ettiği gibi süreci de inkar ederek toplumsal barış ve çözüm yerine savaş siyasetini tercih etti. Bizler tecrit üzerine kurulu olan bu rejimi şu ana kadar birçok platformda teşhir ettik. 13 Ekim büyük özgürlük mitingi de bu anlamda yeni bir platform olacaktır. Mutlak tecride karşı mutlak zafer sonucu alıncaya kadar mücadele etme kararlılığı ve bu mücadelenin toplumsallaşması gerektiği inancındayız. Bu bağlamda, 13 Ekim mitingi komploya karşı direniş çizgimizi yeni bir kararlılık ve boyuta taşıyacaktır.

SAYIN ÖCALAN'IN FİKRİYATINA SAHİP ÇIKMAK SAVAŞA KARŞI ALINABİLECEK EN RADİKAL TUTUMDUR

Ek olarak söylemek istedikleriniz var mıdır?
Demokrasi ve özgürlük değerlerinin geleceği için sayın Öcalan fikriyatı ve çabası  tarihi bir fırsattır. Böylesi bir fikriyatın esir tutulması çözümsüzlüğü daha da derileştiriyor. Sayın Öcalan faşizmin yok edilmesi, halkların ortak ve özgür bir gelecek inşa etmesi yolunda bir değerdir. Bu değere sahip çıkmak, bu fırsatı değerlendirmek için fikriyatına sahip çıkmamız tarihi bir görev ve sorumluluktur. Bunun ilk adımı da tecridi kırıp özgürlüğünü sağlamaktan geçiyor. Şu gerçekliğin farkında olmak gerek; yeni bir dünya savaşı süreci içindeyiz. Yani kalıcı barışlara ve toplumsal çözümlere en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemlerdeyiz. Bu nedenle sayın Öcalan'ın fikriyatına sahip çıkmak, yeni bir dünya savaşına karşı alınabilecek en radikal ve sonuç alacak tutum olacaktır.