4 Aralık 2024 Çarşamba

İnsanlığın hayatta kalması için sosyalizm bir gerekliliktir

Montly Review dergisinin editörü John Bellamy Foster ile Jipson John ve Jitheesh PM'nin Hindistan KP/Kızılyıldız'ın aylık Kızıl Yıldız dergisi için yaptığı ve Mart 2018 sayısında yayımlanan röportajı Ivana Benario ETHA için çevirdi. Röportajda Foster, dünya çevre krizinin sistemsel bir kriz ve kapitalizmin ürünü olduğunu söylüyor.
John Bellamy Foster, prestijli Montly Review dergisinin editörü ve Oregon Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü, en çok Marksist ekolojiye olan katkılarıyla biliniyor. Marksizmin ekolojik kaygılarla, özellikle Karl Marx'ın yazınının yeniden yorumlanmasında oldukça etkili olmuştur. Özellikle "Marx's Theory of Metabolic Rift" (Marx'ın Metabolik Çatlak Teorisi) adlı American Journal of Sociology'de yayınlanan ünlü makalesiyle, Marx'ın kapitalist sistem altında insanın doğayla olan ilişkisindeki yıkıcı değişim sürecini anlatmak için kullandığı kavram olan "Metabolik Çatlak" kavramını tanıttı. Foster'in Marx'ın "Metabolik Çatlak" kavramına girişi ve Marx'ın ekolojiyle yorumlaması, ekolojik kaygıların tüm dünyada Marksizm ile teorik entegrasyonuna önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
 
Kitabı, "The Vulnerable Planet: A Short Economic History of the Environment" (Savunmasız Gezegen: Çevrenin Kısa Ekonomik Tarihi) mevcut çevresel krizin kapitalist ekonomik sistemin bir parçası ve parseli ile nasıl bağlantılı olduğuna odaklandığı için uluslararası ilgi görmüştür. Kitap,  tüm dünyada bir çok dile çevrilmiştir.
 
Foster'a göre, dünya çevre krizi sistemsel bir kriz, kapitalizmin ürünüdür ve kapitalist sistem içinde sistemsel bir değişimi gerektirir. Foster, çevresel sürdürülebilirlik kapitalizmle bağdaşmaz der. Alman komünist devrimci Rosa Luxemburg'dan alıntı yaparak insanlığın önünde yalnızca iki seçenek olduğunu söyleyerek uyarıyor: ya sosyalizm ya barbarlık. İnsan-doğa ilişkisinin materyalist yorumuna dayanan anti-kapitalist eleştirisi üzerinden Foster, sürdürülebilir, sosyalist bir alternatifin zorunluluğunu vurguluyor. Foster, insanın doğayla ilişkisinde "metabolik çatlak"ın kapitalist üretim tarzının bir özelliğinin yalnızca böyle bir alternatife uyum sağlayabileceğine inanıyor.
 
1999'daki ünlü makaleniz "Marx'ın Metabolik Çatlak Teorisi" ve 2000 yılındaki kitabınız "Marx'ın Ekolojisi" ile Marx'ın metabolik çatlak anlayışını popüler hale getirdiniz. Marx ve Engels doğa üzerine aslında ne yazdılar? Bu görüşleri günümüz için de geçerli mi?
 
Birer materyalist olarak Marx ve Engels, tarihin materyalist anlayışını, doğası gereği doğanın materyalist anlayışıyla örülü olarak ele aldılar. Dahası, diyalektik perspektifleri bunu iki misli önemli kılıyordu. Marx'ın doktora tezi Epkür'ün eski doğa felsefesi üzerineydi. Rheinische Zeitung editörü olarak yazdığı ilk makale ilksel birikimle ilgili olarak odun hırsızlığı yasası üzerineydi. Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları, emeğin yabancılaşmasıyla olduğu kadar doğanın yabancılaşmasıyla da ilgileniyordu. Grundrisse, (doğanın, onun özerk kurallarına uyarak fethedileceğini söyleyen) Baconcu dalaverenin temel bir eleştirisini sunuyordu. Kapital, toplumsal metabolizma kavramını ortaya koyuyordu.
 
Kohei Saito'nun Karl Marx'ın Ekososyalizmi kitabında gösterdiği gibi, ekolojik meseleler Marx'ın ilerleyen yaşamında giderek daha önemli hale geldi. Engels, tabi ki, tamamlanamamış büyük eseri Doğanın Diyalektiği'ni yazdı. Marx'ın toplum ve doğa arasındaki bağlantıyı anlamak için "evrensel doğanın metabolizması", "toplumsal metabolizma" ve metabolik çatlak gibi kavramları kullanması benzer bir temel üzerinde gelişen modern sistemsel ekolojilerini öngörüyordu. Benzer şekilde, Marx sosyalizmi insan potansiyelini gerçekleştirirken enerjiyi en iyi şekilde kullanmak için insanla doğa arasındaki metabolizmanın rasyonel düzenlenmesi olarak da tarif ediyordu. “Kimse dünyanın sahibi değil”, diyordu ve ekliyordu: “gezegendeki tüm insanlar bile dünyanın sahibi değiller; onu sadece gelecek nesiller adına bir süreliğine himaye altına alırlar ve iyi bir aile reisi gibi onu sürdürmeleri, hatta geliştirmeleri gerekir.” Başka hiçbir analizin esas olarak bilimsel temellere dayanan şekilde ekolojiyle kapitalizm arasındaki ilişkiyi anlamak için bu kadar güçlü bir diyalektik çerçeve sunmadığını düşünüyorum.
 
Tabi ki, bu sadece bir eleştiri yöntemidir ve biz zamanımızın özgünlüklerini yansıtan insan bilgisinin ve kapasitesinin genişlemesini, yeni ekolojik krizleri ve yeni ekolojik ve toplumsal ilişkileri dikkate alarak buna eklemeler yapmak zorundayız.
 
Endüstriyel kapitalizmin hızlı günlerinde bazı Batılı düşünürler, sisteme karşı öfkeleriyle birlikte doğayı romantize ettiler. Esasında bir "doğaya geri dönüş" argümanı ortaya koyuyorlardı. Marx'ın görüşleri, kapitalizmin ve onun "şeytani" yönlerinin bu tür bir eleştirisinden çevresel anlamda nasıl ayrılmaktaydı?
 
Romantik başkaldırının, ki akla Rousseau'nun doğaya dönüş fikri, Shelley ve Wordsworth gibi romantik şairler veya Thoreau gibi erken muhafazakârlar geliyor, bir tür "doğaya dönüş" argümanı uyandırdığı doğru. Gerçekten daha erken bir yaşam formuna dönmeye yönelik bir çağrıdan çok burjuva toplumdaki aşırılıklara karşılık olarak vurgulanan bir nokta olduğundan bu kelimenin gerçek anlamıyla algılanmamalı.
 
Bununla birlikte Marx, kapitalist ekonominin çevreye olan etkisinin yarattığı yıkımı algılama adına yeni yeni ekolojik nosyonlar geliştiren zamanının materyalist bilimine nazaran romantiklere çok daha az şey borçlu. Tarihsel bir materyalist olarak Marx, metabolik çatlak teorisinde kapitalizmin varoluşun doğal koşullarını sistematik bir şekilde bozulmaya uğratmasını incelerken bu meseleyi ciddiyetle ele aldı. Bu açıdan, daha sonraki sistemsel ekolojilerin gelişmesini öngörerek metabolizma kavramını üst düzey bir eleştirel yaklaşım olarak kullandı. Bu nedenle, bilim, materyalizm ve diyalektik açıdan olmasa da Shelley'i oldukça takdir etmesine rağmen Marx'ın ekolojisi öncelikle romantik gelenekten türetilmiş değildi. Paul Burkett'in gösterdiği gibi Marx, sürdürülebilir insani gelişimin gerekliliğini sosyalizmin belirleyici özelliği olarak kabul ediyordu.
 
 
Sizin gibi Marksist akademisyenler iklim değişiminin ve çevresel yıkımın kapitalist ekonomik sistemin bir parçası olduğuna işaret etmekte. Kapitalizm insanın hayatta kalma imkanlarını karartan böyle bir yıkımı nasıl üretiyor?
 
Kapitalizm denilen mevcut ekonomik ve toplumsal sistemimizin sadece dünyadaki ekosistemleri değil, insanın yaşam alanı olarak tüm gezegeni tehdit ediyor oluşu tüm güncel bilim tarafından kabul edilen su götürmez bir gerçek bugün. Kasım 2017'de, 184 ülkeden yenilenmiş bir "İnsanlığa Uyarı" yayınladılar. Orada, soru artık kapitalizmin hareket yasalarında, yıkım eğilimini sistem içinde kaçınılmaz kılan bir şey mi var haline gelmişti. Bunun cevabı 'evet'tir. Kapitalizm altındaki düzen, Marx'ın ortaya koyduğu gibi “Biriktir, biriktir! Musa da bu, peygamberler de bu!” düzenidir. 
 
Bu sistemde, sınırsız üstel bir ekonomik büyümeyi gerektiren sermayenin artan oranda birikimi dışında aslında hiçbir şeyin önemi yoktur. Bu aynı zamanda dünyayı bir nakit varlığı mantığına indirgeyerek var olan her şeyin metalaştırılmasını da gerektirir. Sonuç, bugünkü sistemsel ekolojistlerin tıpkı Marx gibi kavradığı bir problem olan metabolik çatlaktır, gezegenin biyokimyasal süreçlerinde kopuşlar veya çatlaklardır.
 
Kapitalizm eşi görülmemiş bir hızla pek çok teknolojik yenilik getiriyor. Sizce teknolojik gelişmeler ve ilerlemeler çevresel krize bir çözüm olabilir mi?
 
Bence teknolojiyle ilgili çok fazla yanlış kavrayış ve mistifikasyon var. Zamanımızın önemli teknolojik yeniliklerin sorumlusu, bir özel birikim sistemi olarak kapitalizm değildir esasında. Kesinlikle yeterince dramatik bir hızda olsa da bu yenilikler eşi görülmemiş bir hızda artıyor da değil. Çağımızın en büyük yeniliği şimdi robotiğe doğru genişleyen iletişim ve bilgi teknolojileridir. İnternet veya drone gibi bu teknolojilerdeki çığır açan gelişmeler, özel birikimden tamamen yalıtılmış koşullar altında öncelikle askeri araştırmaların ürünleri olarak çok uzun zamandır varola gelmektedir.
 
Bugün, pek çok şeyi daha doğru, daha uzaktan ve daha otomatik şekilde yapabiliriz. Örneğin, Birleşik Devletler nükleer silahlarını modernize ediyor çünkü çağımızın yenilikleri daha keskin hedeflemeye imkan sağlıyor ki böylece sözde caydırıcı güç olarak tasarlanan silahlar daha küçük savaş başlıklarıyla daha isabetli hale geliyor ve hedeflerini daha etkili şekilde yok edebiliyor. 
 
Bazıları, gelmiş geçmiş en tehlikeli ve en naif nosyonlardan birisi olarak nükleer bir savaşın bile ilk kez mümkün olabileceğini düşünüyor. Çoğu içinse, kesintisiz bir şekilde "bağlı" kalmalarını sağlayan sürekli yanlarında taşıdıkları akıllı telefonlar en büyük teknolojik değişikliklerdir.
 
Ancak, dünyanın sistemindeki ekolojik çatlağa dair düşününce, bu teknolojik ilerlemelerin hiçbiri çok yardımcı olamaz. Üretim teknolojisi kapitalist temelde yerleştirildi, böylece girdilerde (veya çıktılarda) bir verimlilik artışı sağlanıyorsa, bu basitçe birikimle bağlantısı içinde bir bütün olarak sistemin çapını genişletmek üzere kullanılmaktadır (Jevons Paradoksu'nun kaynağı). Sovyet iklimcisi M.I. Budyko yarım yüzyıldan fazla bir süre önce hızlanan iklim değişimine ilk dikkat çeken kişiydi ve o günden beri sorunun kötüleşmesinden başka bir şey olmadı. İklim krizini çözmek için ihtiyacımız olan tüm teknolojiye sahibiz. Muhtemelen teknolojik olarak çözemeyeceğimiz şey ise sermaye birikimi amacıyla sınırlı bir gezegende sınırsız üstel bir ekonomik büyümeyi öne çıkaran mevcut sistemin amacını güvenli bir şekilde sürdürebilmek. Bazıları karbonu atmosferden çeken ve bize önceden olduğu gibi devam etme olanağı sağlayacak olan karbon ayrıştırma santralleri inşa edebileceğimizi söylüyor. Ama bunu küresel çapta küresel salınımları yüzde 20 düzeyinde bile azaltacak şekilde yapabilmek için inşası nesiller boyu süren mevcut fosil yakıt komplekslerinden yüzde 70 daha büyük bir dünya çapında karbon ayrıştırma altyapısı gerekmektedir ve bunu da mevcut enerji komplekslerinin üzerine koymamız gerekir.
 
Çok hızlı bir şekilde yapmamız gereken bir şey olan güneş ve rüzgâr gücünün yayılması bile bunları fosil yakıtlarla yer değiştirmediğimiz sürece sorunu çözmeyecektir, ki o zaman dahi bu temelde ham madde ve enerji akışını arttırma amaçlı yapacağımız her girişim öngörülemez sorunların yaratılmasına yol açacaktır. Nükleer güç doğası gereği kendi tehlikelerini barındırır. Pek çok açıdan yapabileceklerimizin sınırlarını belirleyen termodinamiğin ikinci yasasına karşıt durumdayız. Diğer yandan ise tüm doğal sınırlara aşılması gereken sıradan bariyerler olarak yaklaşan kapitalizmin dar mantığına da karşıt durumdayız. Marx, bunu "insuperable doğal limitler" sorunu olarak tanımlıyordu. Eğer toplumu, özgürlüğün ve insan geleceğinin bir gereği olarak gerçek eşitlik ve ekolojik sürdürülebilirlik yönünde kitlesel bir şekilde değiştireceksek toplumsal ilişkilerimizi değiştirmemiz gerekecektir. Ve bu, sistemin kabul edemeyeceği tek şeydir.
 
Marksizm açısından üretici güçlerin gelişiminin daha üst bir seviyesi sosyalist toplum için bir gereklilik. Bu doğanın daha büyük çaplı bir yıkımı ve sömürüsüne yol açmayacak mı? Eğer durum buysa, o zaman sizin gibi insanların dile getirdiği Marx ve diğerlerindeki ekolojik kaygılar nelerdir?
 
Eğer bu meselelere yaklaşımda tamamen doktriner bir yaklaşımda değilse, insan kendine üretici güçlerin daha üst bir seviyeye gelişmesi ne demek ve ne amaçla yapılıyor diye sormalı. Marx'ın açık hale getirdiği üzere en önemli üretici güç insanın kendisidir ve üretici güçlerin gelişimi iş bölümünün gelişimiyle alakalıdır. Sonal olarak, Marx sosyalizm altında bir araya gelmiş üreticilerin enerjiyi en iyi şekilde kullanacaklarını ve insan potansiyelinin tam kapasite gelişimini teşvik edecek şekilde doğayla aralarındaki metabolizmayı rasyonel biçimde düzenleyeceklerini öne sürer. Bu, üretim uğruna üretim olarak veya sanayileşme uğruna sanayileşme olarak yorumlanamaz.
 
Dahası, nicel gelişimin belirli bir aşamasında nitel bir değişimin devralması gerekir. Amaç sürdürülebilir bir insani gelişimdir. Tüm bunlar Marx'ın görüşlerinin ve Marksizm'in bir parçasıdır ama bazı çevrelerce bozulmaya uğramış, kapitalizmi taklide girişmiştir, endüstriyel devleşmeyi teşvik etme amacıyla hareket edilmiştir. Tam aksine, Marx tekrar ve tekrar, gelişmenin bir ölçüsü olarak dünyayı ele alarak sürdürülebilirlikte ısrar etti.
 
İklim değişiminin varlığı tüm dünyada bilimsel olarak ortaya konulmuş olmasın rağmen, iklim değişimi olduğunu reddeden bir kesim de var. ABD'nin mevcut başkanı böyle bir görüşü savunuyor. Çevreye hiçbir şeyin olmayacağına inanıyorlar. İklim değişimi konusunda neden ikna olmuş değiller?
 
Kökten dinciler ve daha geniş bir kesim olarak eğitimsiz insanlar dışında katıksız iklim değişimi reddi, temel olarak ekonomik çıkarlar için öne çıkarılan sağcı bir olgudur. ABD'de sıklıkla ekonomiyi en öncelikli sıraya koyan aşırı varlıklılar ve devasa şirketler tarafından büyük oranda fonlanır. Bilimsel bir temeli yoktur ve sunî-bilimsel görüşler her türden eylemin önünü kesmek için "kuşkuculuğa" neden olmak üzere tasarlanan gayet açık birer roldür.
 
Bilimin kendisi iklim değişimi konusunda en az evrim teorisi kadar güçlüdür. Bana göre Naomi Klein “Bu Her Şeyi Değiştirir”de şunu demekte haklıydı: sağın iklim değişimini reddedişi tamamen ve gerçekten de çok açık bir biçimde, küresel ısınmayı hafifleten veya fosil yakıt sanayisine sınırlar koymaya çalışan her girişimi, kapitalizme ve bir bütün olarak fosil yakıt sanayisi merkezli yaşam biçimine tehdit olarak gören bir duruşun dışavurumudur. Bu açıdan, Naomi Klein "Sağcılar haklı" diye açıklarken iklim değişimini durdurmak için gelişen bir hareketin radikal bir değişiklik isteyen ve antikapitalist bir hareket olması gerektiğini vurguluyordu. Onun gerçek hedefi, yine de çok fazla sağcılar değildi; o daha çok toplumsal ilişkilerde herhangi bir değişiklik yapmadan pazar ve teknoloji sihirli bir şekilde küresel ısınmayı durduracakmış gibi davranan, eşit derecede gerçek dışı bir başka tür iklim değişimi reddi geliştiren merkez liberalleri hedef alıyordu.
 
Tabi ki, Donald Trump sadece iklim değişimini bütünüyle reddetmiyor, Trump yönetimi bu alandaki eylemleri engellemek ve bilimi karanlıkta bırakmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. Motivasyonları çok açık şekilde ekonomik. Ve liberaller onun pozisyonundan rahatsızken, ateşe ateşle karşılık vermeyi ve topyekün bir saldırı başlatmaktan geri durarak kolaylıkla bir tür rızaya düşebiliyorlar; çünkü Trump'ın pozisyonunu kapitalist sınıfa yarar sağlayan göbekten bağlı oldukları sistemin pozisyonu olarak kabul ediyorlar.
 
İklim değişiminin sorumluluğunun paylaşılması ülkeler arasında bir tartışma konusu. Gelişmekte olan ülkeler açısından, gelişmiş ülkeler tarihsel olarak iklim değişiminin tehlikeli seviyeye ulaşmasından sorumlular ve bu nedenle yükü de onlar omuzlamalılar. Ancak gelişmiş ülkeler, Çin gibi artan oranda kirliliğe yol açan gelişmekte olan ülkeler için bir gelişme çizgisinin belirlenmesini talep ediyorlar. Bu karşıt duruşlar çok yakın tehlikelerden kaçınmak için herhangi bir somut önlemin alınmasını imkânsız hâle getiriyor. Ne tür dostane çözümler mümkün?
 
Burada kapitalist ulus devletlerle mücadele etmekten söz ediyoruz ve kökeni emperyalizme dayanan küresel Kuzey ile küresel Güney arasındaki bir bölünmeden. Yani "dostane çözümler" toplumsal güçler tabandan ayağa kalkmazlarsa neredeyse imkansızdır. Kapitalist olarak gelişmiş dünyanın merkez ülkeleri, atmosferdeki kümülatif karbon artışının başlıca sorumlularıdır, kişi başına düşen ekolojik ayakizi en büyük olan uluslar bunlar ve yaşam standartları en yüksek olan ülkeler. Ayrıca bunlar, nüfusları üzerinde en az etkiyle karbon salınımlarını azaltmayı en hızlı şekilde başaran ülkeler.
 
Ahlaki bir noktadan ve aynı şekilde pratik bir noktadan bakıldığında şüphe yok ki, eğer dünyayı kurtarmak istiyorsak, kişi başına en büyük azaltımlar oralardan başlamak zorunda, ve bu noktada iki haneli sayılarda azaltımlara gitmeleri gerekiyor. Ama bunun dünya çapında bir problem olduğu da aynı zamanda doğru ve karbon salınımlarının dünya çapında hızla sıfıra indirilmesi gerekliliği ve öngörülemez küresel felaketlerin etkileri dikkate alındığında Çin, Hindistan ve diğer yükselen ekonomilerin de üzerlerine düşen bir rol var. Pek çok bilim insanı şimdi ABD'nin bu konuda lider rolü oynamayı reddetmesiyle birlikte umudunu Çin'e bağlamış durumda.
 
Ama Çin, kişi başına gelir açısından hâlen fakir bir ülke ve batıdaki zengin ülkelere göre çok daha küçük bir ekolojik ayakizine sahip. Başlıca endişeleri de ekonomik olarak batıyı yakalamak, iklim değil. Hepimizin yüzleştiği talihsiz gerçek şu ki mevcut piyasa işleyişiyle devam edilirse yaklaşık 18 yıl içinde gezegenin karbon bütçesini, yani bir trilyon tonluk karbon salım limitini aşacağız. Herkes, Roma yanarken Neron'un nasıl vakit öldürdüğünü duymuştur.
 
Dünyadaki farklı çevre hareketlerinin çevresel mücadelesi ve çabaları hakkında iyimser misiniz? Ve aynı zamanda hükümetler seviyesindeki çabalar konusunda?
 
Yaklaşan çevre felaketlerinden sakınmak için hiçbir fiziksel veya teknolojik engel yok. Ama bu problemleri mevcut piyasa altında çözmek mümkün değildir, bu, sermaye birikim mantığına uygundur. Bir bütün olarak ekoloji sorunu toplumsal çözümleri olan toplumsal bir sorundur. Örneğin, iklim değişimini hafifletmek için gerekli olan karbon salınımlarında keskin bir azaltımın uygulanmasında dünyayı durduran mevcut iktidar ilişkilerinden başka hiçbir şey yoktur. Ve bu gezegen boyunca insanların büyük çoğunluğunun koşullarının geliştirilmesiyle bir arada gerçekleştirilebilir. Ancak bu, üretim (ve tüketim) tarzında ve aynı zamanda üretimin sosyal ilişkilerinde çok büyük bir değişimi gerektirmektedir. Ve işin güçlüğü de tam buradadır.
 
Engel, tekelci mali sermayedir ve onun gün aşırı operasyonlarıdır. Her türden gerçekçi çözümler mevcuttur. Kabiliyetlerimizin sınırları içinde yapılabilecek yüzlerce, hatta binlerce şey olduğunu biliyoruz, ama neredeyse tamamı sermayenin birikim mantığına ters düşmekte. ABD'de insanlara istemedikleri veya ihtiyaç duymadıkları şeyleri almaya ikna etmek için her yıl bir trilyon dolardan fazla para harcanmakta ve bunların büyük çoğunluğu açıkçası çöptür. Yine her yıl bir trilyon dolardan fazla askeri harcama yapılmaktadır, ki bu tüm dünya ekonomisi içindeki çevresel anlamda en yıkıcı sektördür ve zaten yıkımı hedeflemektedir. Başka örnekler de verebilirim. Bunların hiçbirine gerek yok. Ama onu değiştirmek, sermaye mantığının tersine hareket etmeyi gerektirir.
 
Bu, çevreyi kurtarmak için sermaye sisteminin derhal defedilmesine ihtiyaç olduğu anlamına gelmiyor, ki bu basitçe ifade edersek imkansızdır. Ama bizim politik, ekonomik, kültürel ve çevresel yönlerden tavizsiz devrimciler olmaya ve eğer medeniyet (geniş anlamıyla) ve insanlığın kendisi hayatta kalacaksa E.P. Thompson'un dediği gibi emperyalizmin son aşamasını içeren aşırılıkçılık çağıyla zorunlu bir çelişki içinde olduğumuzu anlamaya ihtiyacımız var. Dünyanın 2050'ye kadar sıfır karbon salınımına geçmesi gerekiyor ve her şeyden önce bizim 150 milyar ton karbonu atmosferden çekmenin bir yolunu bulmamız gerekiyor. Ve bu sadece problemlerimizin başlangıcı olacaktır, çünkü bu esnada eşzamanlı olarak pek çok gezegensel sınırı da aşmaktayız.
 
Şu an için karbon faucetini kapatmak zorundayız ve daha mantıksal bir toplum yaratacak farklı enerji ve tasarruf formlarına güvenmeliyiz. Tabi bu sermayenin birikim mantığıyla gece gündüz bir çarpışma anlamına geliyor. İyimser olduğumu söyleyemem, ama karamsar da değilim. Dahası, bu koşullar altında karamsarlık, insanlığın bedelini ödeyemeyeceği bir şeydir. Devrimci bir yanıt kuralları değiştirmek zorunda olduğumuz anlamına gelir. Bertolt Brecht'in dediği gibi, mevcut "yanan evden" çıkışın yollarını aramak zorundayız. Ve tam da bu mücadele içindedir, gelecek için esas umudumuzun bulunacağı yer.
 
Eşitsizlik tüm dünyada alarm verici seviyeye yükseliyor. Thomas Pikkety gibi akademisyenler durumun boyutunu ortaya koyuyor. Bu süreç kapitalizmde nasıl işliyor? Profesör Pikkety, birikmiş servet vergisinin artan eşitsizliği azaltabileceğini öneriyor. Bu eşitsizliğin etkisi nedir?
 
Michael Yates ve ben Kasım 2014'de "Piketty ve Neoklasik Ekonominin Krizi" adlı bir makale yazdık. Piketty birkaç nedenden dolayı ilginçtir, özellikle de yüzyıllar kadar geriye giden dünyadaki en geniş tarihsel gelir eşitsizliği veri tabanı olan En Üst Gelir Veri Tabanının geliştirilmesindeki ana bir figür olarak oynadığı rolünden dolayı. Analizinin önemi bu veri tabanının bugün dünyadaki görülen emsalsiz seviyedeki eşitsizlikle ilgili söyledikleriyle ilişkilidir. Piketty'nin argümanı, bunun nesiller boyunca taşınan zenginliğin hanedanlarda yoğunlaşmasından kaynaklandığıdır. Onun çözümü küresel varlık vergisidir. Bu kesinlikle ilginçtir ve varlık vergisi meselesi Monthly Review'de geçmişte gündeme gelmişti. Ama Piketty, eseri 21. yüzyılda Kapital adını taşısa da kasıtlı bir şekilde Marx'ı taklit eder, sermaye birikim sistemini aşma ihtiyacı ve toplumsal ve ekonomik iktidarla ilgili tüm sorulardan kaçınır.
 
Bu sırada, eşitsizlik sıçramalar ve sınırlamalarla büyümeye devam eder, 6 adam bugün dünya nüfusunun yarısından veya 3,5 milyardan fazla insandan fazla varlığa sahip. Dünyada çoğunluk açlıkla boğuşurken insan üretkenliği ve toplumsal emeğin sonuçları bir avuç elde toplanır.
 
Sağcı faşist kuvvetlerin ortaya çıkışı, dünyadaki ilerici ve demokrat güçlerin önünde büyük engeller teşkil etmekte. Slavoj Zizek gibi düşünürler bu sağcı yükselişin insanların çoğunun gerçekten memnuniyetsiz olduğu ve bir alternatif aradığı ortamda solun dirilişi ve güçlenmesi için önemli fırsatlar yarattığına işaret ediyorlar. Sol bu fırsatları değerlendirebilir mi?
 
Faşizm sınıfsal temeli olan, krizdeki kapitalist sistemden doğan belirli bir politik yapıdır. Liberal-demokratik devletin krizini ve faşist bir tür devlet yapısının bununla yer değiştirmesini temsil eder. Faşizmin 1930'lardaki ve 1940'lardaki eleştirisi temel olarak Marksizm içinde geliştirildi ama oldukça geniş bir şekilde sahiplenildi. Faşizm, egemen kapitalist sınıfın yönetmeye liberal-demokratik devletin (anayasal kılıfı hâlen devam etmesine rağmen) sınırları olmaksızın devam etmesinin bir yolu olarak anlaşıldı. Sonraları pek çok liberal teorisyen faşizmi sayısız tutarsızlıklarına rağmen kapitalizmle bağlantılı bir şey değilmiş gibi göstermeye, onu bir psikolojik sapkınlığa veya ortaya çıktığı tarihsel anın özgünlüklerini dışarıda bırakarak basitçe ırkçılığa indirgemeye girişti. Ancak faşizmle etkili bir şekilde mücadele edebilmek için onu sınıfsal politik bir yapı olarak ciddiye almamız önemlidir. Brecht'in dediği gibi, kapitalizmi zorlamaya niyetiniz yoksa faşizmi zorlayamazsınız.
 
ABD'de ve Avrupa'da faşizmin yeniden yükselişi, merkez ekonomilerindeki yapısal sermaye kriziyle alakalıdır. Hindistan'da aynı zamanlarda yeniden ortaya çıkışına dair yorum yapacak kadar hakim değilim ancak küresel güneyde tamamen farklı temellerde pek çok başka yerde de bu yaşanmaktadır ve durum ciddidir. Tüm bunlar daha geniş, küresel yapısal bir sermaye krizini işaret ediyor. Daha genel bir görüş için Samir Amin'in "Faşizmin Günümüz Kapitalizmine Dönüşü" makalesini tavsiye ederim.
 
Zizek faşist türden hareketlerin solun dirilişi için uygun bir ortam sağladığı konusunda haklı olabilir. Avrupa'daki Halk Cephesi hareketine bakılabilir. Tarihin gösterdiği kesin olan şey faşizme karşı sadece sol etkili bir şekilde savaşabilir. Liberaller sağın Gleichschaltung'una (hizaya getirme) yem olurlar. Bugün, bana göre uluslararası bir olgu olan ve soldan yükselen antifa (veya antifaşist) hareketlerinin desteğimize ihtiyacı var.
 
 
Bir sosyalist olarak kapitalizmin hızlı bir şekilde aşılacağını öngörüyor musunuz? Yeni bir devrimci dönemece vardık mı? Sosyalizme olan inancınızı ne sürdürüyor?
 
Sosyalizme sonuç olarak benim inancımın sürmesini sağlayan insanlığa dair sevgi ve her gün bu barbarlık sistemine karşı savaşan yüzlerce milyon insanın olması örneğidir, ki geçmişte bu uğurda yaşamını yitirenlerden bahsetmiyorum bile. Bu mücadeleyi sürdürmeyi tüm insanlığa ve gelecek nesillere karşı borçluyuz. Emin olmak için kapitalist sistem bir günde yıkılmayacak. Feodal sınıfın karşısında burjuva sınıfın zafer kazanması yüzyıllar aldı. Bunu uzun süreçli bir devrim olarak düşünmeliyiz. Ancak bunun her adımında devrimci olması gerekiyor, çünkü zamanımızın bize öğrettiği şey eğer hayatta kalaksak sermaye mantığına karşı çıkmamız ve devamında bu mantığı kısa kesmemiz gerektiğidir.
 
Sosyalizm veya barbarlık hakkında konuşursak şu an seçenek sosyalizmle aşırılıkçılık arasındadır. Sosyalizmi hedefleyen hareket sadece insan özgürlüğü için değil aynı zamanda insanın hayatta kalması için bir gereklilik haline gelmiştir. Dünya nüfusunun giderek artan bir kesimi bunun farkına varmaktadır.
 
Ekim Devriminin 100. yılı geride kaldı. Dünya tarihinde gerçekten yeni bir çağı açmıştı. Sosyalist Rusya'nın mirası nedir?
 
Ekim Devrimi insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük çıkışların birisidir, kapitalizme karşı ilk önemli sosyalist zaferi temsil eder. Lenin önderliğindeki devrimin ilk yılları küçümsenemez. Ekim devrimi insanın ilerleyişinin tamamen yeni bir çağını yarattı ve insanlık için ne kadar fazlasının mümkün olabileceğini gösterdi. Yine de çok ağır sorunları da vardı. Stalin dönemi, nüfusun geniş bir çevresine ölçüsüz bir saldırıya yönelen tasfiyesiyle birlikte devrimin gidişatında negatif bir etki yaptı ve uzun dönemde devasa aşındırıcı olan bürokrasi, otoriterlik ve eşitsizlik anlamında içsel gelişmelerin önünü açtı.
 
Bununla birlikte, geçmişe bakıldığında Sovyetler Birliği'nin başardığı şey muazzamdır, hele de Rusya'nın devrim gerçekleştiğinde gelişmemiş bir ülke olduğunu ve dünya karşı devrimine karşı savaşmak zorunda kaldığı gerçeğini düşündüğümüzde. Sayısız defa işgale uğradı, kanlı bir iç savaşa zorlandı, savaşta 20 milyon insanı kaybettiği Nazi katliamlarıyla karşılaşmak zorunda kaldı. Nazi Almanya'sını yenilgiye uğratan da yine Sovyetler Birliği olmuştur. Batılı müttefikleri, karşılaştırıldığında savaşta çok çok az kayıp vermişlerdir.
 
Savaşı takip eden yıllarda, Sovyetler Birliği, yeni hegemonik dünya gücü ABD liderliğinde yürütülen soğuk savaşla karşı karşıya kaldı. Batıda "çevreleme" diye tanımlanan, gerçekte bir Sovyet-tipi toplumları sıkıştırma ve ezme politikası olan şeyle yüzleşti. Sovyetler Birliği güçten düşüren bir silahlanma yarışının içinde kaldı. Yine de buna rağmen, halkın eğitimini inanılmaz bir derecede sağlamayı, yaşam koşullarını geliştirmeyi ve devasa teknolojik atılımlar yapmayı başardı. Bilim ve teknolojideki gelişimleri olağanüstüydü.
 
Onlarca yıl, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Sovyetler Birliği yeryüzünün dört bir yanında devrimler için destek sağlamada dünya çapında pozitif bir rol oynadı. Bizim için bugün, Sovyetler Birliği'nden ekonomik planlamanın erdemleri de dahil öğrenilecek çok önemli dersler var. Daha az önemli olmamakla birlikte, bir işçi devriminin yanlış yöne gidebileceğini de gösterdi, yapılabilecek hataları, kaçınılabilecek yenilgileri ve 21. yüzyılda sosyalizmin ayırt edici yanlarının sebeplerini. Uzun tarihsel süreçte, bana göre, Ekim Devrimi bir ilk, sıradışı, tamamlanmamış ama sosyalist devrimin yaratılması için kahramanca bir deneyim olarak görülebilir. Onun mirası, ancak dünya devriminin bir sonraki patlak verişinde ve yeni, uzun ömürlü zaferlerin kazanıldığı zaman tamamen değerini bulabilir.
 
"Das Kapital'in" ilk cildinin yayımlanışının 150. yılındayız. 150 yılın ardından Kapital'i nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Marx'ın eleştirel-diyalektik yöntemi ve kapitalist toplumun tarihsel araştırması, çalışmasını eşsiz ve vazgeçilmez kılıyor. Son bir buçuk yüzyıldaki toplumsal bilimlere yapılan diğer tüm katkıları birer cüceye dönüştürüyor. Rosa Luxemburrg bir defasında, tarihin değişen koşullarına karşılık sosyalist hareket geliştikçe Marx'ın düşüncelerinde çağının hareketinin ihtiyaçlarının ötesine geçen yeni unsurlar keşfedecek demişti. Bu iddiayı kanıtlayan bir durum bu.
 
Bugün, çağımızın temel meseleleriyle uğraşanlar bir kez daha Marx'tan ilham alıyorlar, bu bazen onun değer teorisinin yeniden keşfedilmesi oluyor, bazen ekolojik eleştirisinin keşfi, bazen ise (sınırlı da olsa) toplumsal yeniden üretime dair ortaya koydukları oluyor, ilkel (ilksel) birikim kavramı, para ve finans üzerine incelemeleri, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması üzerine analizi, yedek emek ordusu kavramı veya esnek emek nosyonu oluyor.
 
Pek çok açıdan Marx, eleştirel pratiğin temellerini attı ve günümüzde mücadele yeni biçimler alsa da zamanımızın özgünlüklerini taşısa da onun yöntemi kalıcıdır.