4 Aralık 2024 Çarşamba

Küresel eşitsizliğe sahte çözümler ve sosyalizm

Sermayenin varlık koşulu genişletilmiş yeniden-üretim yapabiliyor, yani büyüyebiliyor olmasıdır. Dolayısıyla, azalan kârlar ve tükenen pazarlar sebebiyle bunu sağlamakta bugün daha çok zorlanan ve iyice gırtlağımıza çöken kapitalizmi sınırlandırmaya çalışmak, ondan intihar etmesini istemekle eş anlamlıdır. Bu yüzden zengin ve yoksul arasındaki uçurumu azaltmanın artık zengin ve yoksul ayrımını yaratan düzene karşı savaşıp onu ortadan kaldırmayı şart koştuğu kavranmalıdır. Bu bir tercih meselesi değil, zorunluluktur. "Kriz kapitalizmde, çözüm sosyalizmde" demenin gerçekliği de zaten buradadır.

Küresel eşitsizliğin boyutu her geçen sene daha da korkunç hale geliyor. Oxfam'ın "Önemseme Zamanı" isimli son raporu bize bu gerçeği ortaya koyan yeni veriler sunuyor. Rapora göre bugün en zengin 2 bin 153 kişinin serveti 4,6 milyar yoksulun servetine eşit. Nüfusun en zengin yüzde 1'inin serveti ise yüzde 99'un servetinin 2 katından daha fazla.

Zengin ve yoksul arasındaki eşitsizliği döne dolaşa tekrar etmenin pek bir anlamı yok aslında. Çünkü kitleler bunu en acı şekliyle ve doğrudan yaşayıp deneyimliyorlar zaten. Kaldı ki Dünya Bankası'ndan IMF'ye, devlet başkanlarından namlı kapitalistlere kadar sermaye sınıfının her unsur ve kurumu bile eşitsizliğin giderek arttığını kabul eder, hatta bizzat kendisi gösterir hale geldi. Örneğin IMF Başkanı Georgieva geçtiğimiz günlerde son 20 senede ülkeler arasındaki eşitsizliğin azaldığını ancak her ülke içindeki zengin ve yoksul arasındaki uçurumun arttığına işaret ederek asıl saflaşmanın dünyanın zenginleri ve yoksulları arasında olduğunu söyledi.

Bugünkü artık çuvala sığmayan yoksulluk mızrağını boğazımızdan çekip çıkaracaksak bu eşitsizliği yaratan gerçek kökene ve ortadan kaldıracak gerçek çözüme işaret etmemiz ve bunu tüm açıklığıyla, doğrudan yapmamız gerekiyor. Çünkü burjuvazi ideolojik aygıtları elinde bulundurduğu için, kitlelerde reform beklentisini yalıtmayan her cümle devrimin değil, burjuva solun saflarını büyütmeye yarıyor.

Zengin ve yoksul, kişilerin gelirlerine, servetlerine ve tüketim imkanlarına, yani "bölüşüm ilişkilerine" dair kategorilerdir. Temel saflaşmayı zengin ve yoksul üzerinden kurarsanız, çözüm önerilerinizin ufku da yeniden-bölüşüme dair değişiklik projeleriyle sınırlı kalır. Yoksulluğun sağaltılması için daha âdil bir vergi sisteminin uygulanması gerektiğini söyler, yapısal reformları savunur, zamların geri çekilmesini ister, bütçeden emekçiye pay ayrılması için mücadele eder, sosyal hakların genişletilmesini talep edersiniz.

El hak, burjuvazinin bu talep ve mücadelelerle esaslı bir derdi yoktur. Zira sorunun ve çözümün odağına bölüşüm ilişkilerini yerleştirmek, zengin-yoksul eşitsizliğinin kökeninin doğa kanunları, kader ve/ya kişisel başarısızlık olduğunu söylemekle aynı anlama gelir ve böylece kitlelerin zihinleri bulandırmaya, öfkelerinin sermaye sınıfına dönmesi önlemeye yarar.

Oysa bölüşüm ilişkilerini yaratan şey "üretim ilişkileridir." Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfı ile üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sermaye sınıfının karşı karşıya geldiği kapitalist üretim ilişkilerinde kapitalistin kârının tek bir kaynağı vardır, o da tüm değeri yaratan işçiye ödenmeyen emektir. Kârın büyümesinin tek koşulu da yaratılan toplam değerden işçinin aldığı payın azaltılması, yani onun mutlak veya göreli olarak yoksullaştırılmasıdır. Zengin ve yoksul arasındaki eşitsizliği yaratan ve büyüten şey işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki olduğu için, onu ortadan kaldıracak olan da bu çelişkinin aşılması, üretim ilişkilerinin değiştirilmesi, yani proleter devrimdir.

Bu gerçek sosyal demokratlarca açıkça reddedilmese de onu savunan komünistler "köktencilikle", "radikallikle" yaftalanır. "Oysa" denir, "Şimdilik imkansız çözümler yerine kısa vadede kitlelere nefes aldıracak olan bölüşüme dair gerçek çözümler üretmek daha doğru değil midir?"

Öncelikle belirtmek gerekir ki, doğrudur, komünistler köktencidir, radikaldir. Çünkü sorunların kökenini ve gerçek bir çözümler için savaşmanın gerekli olduğunu bilirler. İkincisi, imkansız olan asıl şey, kapitalizmin bu evresinde ve de ağır kriz koşulları altında emekçi halkların geçmişte olduğu gibi burjuvaziden kısa vadeli sosyal tavizler koparabileceğini sanmalarıdır.

Evet, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında tüm kapitalist ülkelerde proletarya kendisine göreli refah artışı getiren kimi sosyal tavizler koparmayı becerebilmiştir. Ancak bunu mümkün kılan iktisadi neden sermaye uluslararasılaşmaya başlasa da üretimin hala esasen iç pazarda gerçekleştiriliyor olması, siyasi neden ise sınıf mücadelesiyle kazanılmış iç mevzilerin ve SSCB'nin varlığının emperyalist ve yeni-sömürge ülke burjuvazilerinde yarattığı devrim korkusudur. Bugün ortada ne böyle iç mevziler ya da tehdit boyutunda bir sosyalist iktidar vardır, ne de pazarların ve üretimin küreselleşme düzeyi burjuvazileri kendi işçi sınıfına "mahkum" etmektedir.

1974-75'teki büyük yapısal krizin aşılmasını sağlayan emperyalist küreselleşme evresine itici gücünü veren şey işçi sınıfına karşı başlatılan saldırıdır. Büyümenin üretkenlik artışından ziyade işgücünün ucuzlaştırılmasına, işçinin hak ve kazanımlarının tırpanlanmasına dayandığı; en ufak kamu varlığının bile özelleştirildiği; sınıf örgütlülüğünün esnek ve güvencesiz çalışma rejimi ve/ya devlet terörü ile dağıtıldığı ve sermaye için işçi iktidarı gibi bir tehdidin kalmadığı bu evrede dahi kâr oranlarının düşüşü engellenememişken, asıl imkansız olan yeni bir kapitalist kriz altındaki burjuvaziden tarihin tekerini geri çevirmesini beklemek değil midir?

Daha somut konuşalım. ABD ve AB emperyalizmi kendi işçi sınıfına istihdam sağlamak için 40 yıl önce mali-ekonomik sömürgelere taşıdığı üretimi bugün geri getirebiliyor mu? Getiremiyor, çünkü bu ucuz işgücü sayesinde elde ettiği kârın tamamen ortadan kalkması anlamına geliyor. Peki bugün herhangi mali-ekonomik sömürge iktidarı işçi ve emekçilerin gelirlerini yükseltmek için sermaye sınıfına yüksek vergi uygulayabilir mi? Uygulayamaz, zira bunu yaptığı an uluslararası tekellerin taşeronluğu rolünü kaybeder, var olan yerli sermaye de açık kapılardan uçar gider. Peki, en azından emekçi dostu bir bütçe hazırlanabilir mi? Hazırlanamaz, çünkü bu kaynaklar krizde borç batağına düşen bankaların ve şirketlerin yüzdürülmesi için kullanılmakta, halka düşen şey "kemer sıkma politikaları" olmaktadır. 2008 krizi sonrası tüm sosyal-demokrat iktidarların yaptığı tam da bu olmamış mıdır? Tam da bu değil midir Avrupa'da halkların "sol" iktidarlara güvenini zedeleyen ve onları faşist partilere yönelten?

Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira sermayenin varlık koşulu genişletilmiş yeniden-üretim yapabiliyor, yani büyüyebiliyor olmasıdır. Dolayısıyla, azalan kârlar ve tükenen pazarlar sebebiyle bunu sağlamakta bugün daha çok zorlanan ve iyice gırtlağımıza çöken kapitalizmi sınırlandırmaya çalışmak, ondan intihar etmesini istemekle eş anlamlıdır. Bunun beyhudeliği ortadadır. Bu yüzden zengin ve yoksul arasındaki uçurumu azaltmanın artık zengin ve yoksul ayrımını yaratan düzene karşı savaşıp onu ortadan kaldırmayı şart koştuğu kavranmalıdır. Bunun da üretim ilişkilerinin hedefe konulmasıyla, yani işçi sınıfının üretim araçlarına el koyacağı bir devrim ile mümkün olduğu aşikârdır. Bu bir tercih meselesi değil, zorunluluktur. Üstelik bugün çok daha acil bir zorunluluktur. "Kriz kapitalizmde, çözüm sosyalizmde" demenin gerçekliği de zaten buradadır.