4 Aralık 2024 Çarşamba

Neva Balkan yazdı | İçerisi-dışarısı

İşçi sınıfını; iş ilişkisini bir kenara bırakarak kazanmaya yönelik çabalar kaybetmeye mâhkum olduğu gibi, sosyalistleri de farkında olmadan işçi sınıfının tarihsel özneliği fikrinden adım adım uzaklaştırır. Sınıfın gücü; onun üretimde tuttuğu yerden değil, sadece ezilmişliği üzerinden anlaşılmaya başlanır. An gelir, daha fazla ezilen bir toplumsal kesim daha devrimci görülür ve nihayetinde kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti arasındaki çizgi belirsizleşir.

Türkiye kapitalizmi bir türlü krize girmiyorsa, işçi sınıfının enflasyon yoluyla her geçen gün daha da yoksullaştırılabiliyor olması sayesindedir. Diğer bir deyişle, krizin faturasını ödemeye gönüllü olduğumuz müddetçe "hesap" bizim masaya, yüzde 400'lere varan kârlar da "tatlı" olarak burjuvazinin masasına servis edilmeye devam edilecek.

Türkiye kapitalizmini koruyan faşist rejim girdiği her muharebeden sağ çıkabiliyorsa, işçi sınıfı ve ezilenlerin asgarinin de asgarisi hak ve özgürlükleri için dahi dövüşmüyor olması sayesindedir. Diğer bir deyişle, sağ kalmak, tutuklanmamak, gözaltına alınmamak, darp edilmemek, sürgün edilmemek ve/ya fişlenmemek için komünistlerin, antifaşistlerin saflarında örgütlenmekten geri durduğumuz her an insandan çok hayvana benzeyeceğiz.

Bunca açlığa ve hukuksuzluğa rağmen kitleler beklenen tepkiyi vermiyorsa, sorun halkta ya da sosyalizmde değil, sosyalistlerdedir. Sosyalistler işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşımada başarısız olmuşlardır.

Sosyalist hareketin geniş bölükleri için temel sorun daha çok işçilere dışarıdan taşıdıkları bilincin devrimci olmaması iken, diğer kısmının sorunu ise devrimci bilinci işçi sınıfı içerisine taşıyamamak, dışarıda kalmış olmaktır.

O halde soralım, neresidir bu "içerisi"? Madem komünistler de işçi sınıfının bir parçası, o halde zaten işçi-emekçilerin içinde yer almıyorlar mı? Eh, nüfusun yüzde 80'e yakın bir kısmının da zaten tanımsal olarak işçi sınıfına dahil olduğu düşünülürse, komünistlerin bildiklerini yüksek sesle işyerinde, havzada, evde, okulda, mahallede, kent meydanlarında, köyde, mecliste, sosyal medyada tek tek ya da toplu halde işçi-emekçilere duyurmaları söz konusu bilincin taşınmasına yetmeyecek midir?

Yetmediği ortada. Yetmiyor, çünkü bu kavrayış özü gereği "ilişki" olan kavramları, "sabit varlıklar" olarak algıladığı için içerisi ile dışarısını, dolayısıyla proleter ve küçük burjuva siyaset tarzlarını birbirine karıştırıyor.

Lenin'in bahsettiği "içerisi", basitçe işçi-emekçi "bireyler toplamının" veya onların bulunduğu fiziksel alanların içi değil, işçi ile işveren arasındaki "ilişkinin", yani onların tek tek işverenlere ya da devlete karşı yürüttükleri (ya da yürütemedikleri) ekonomik ve demokratik mücadelelerin içidir.

Komünistler öncelikle işçilerin bu mücadelelerinin içerisine girerek bir yandan onların kazanmayı öğrenmelerine yardımcı olur, diğer yandan da güvenlerini kazanırlar. Bu sayede onlara işçi-işveren ilişkisi "dışında" yer alan diğer tüm egemenlik ilişkilerini (örneğin Kürt sorununu, örneğin, ataerkiyi) bu ilişkiyle bağı içerisinde ve tüm yönleriyle teşhir etme imkânı bulurlar. Ücret savaşını sınıf savaşına böyle dönüştürürler. Milyonlarla birlikte devrimci siyaset yapmaya böyle başlarlar.

Buradan sosyalist çalışmanın esasını ekonomik teşhirlerin oluşturması gerektiği fikri değil, işçilere etkili ve yaygın siyasi teşhir yapabilmek için sosyalistlerin ekonomik mücadeleler içerisinde de aktif olarak yer almaları gerektiği sonucu çıkar.

Bu elbette sadece pedagojik veya sosyo-psikolojik bir gereklilik değil, bizzat maddi güç ilişkilerinin de bir gereğidir. İşçi-işveren ilişkisi ve mücadelesinin içinde yer almayanlar, yani dışarıdan içeriye giremeyenler işçi sınıfının üretimden gelen gücünü devrimci bir şekilde kullanmasına yardımcı olabilirler mi? (Bu açıdan Gezi direnişi ile Tahrir direnişi arasındaki fark hala canlıdır. Mısır'da devrimci bir durum oluşabildi, zira "Gündüz işte – gece direnişte" olan Gezi kitlesinin aksine, direnişle birlikte Mısır işçi sınıfı şalterleri de indirdi.)

Eğer çok yönlü siyasi teşhirinizi esas olarak işçi-işveren ilişkisi içerisinden yapmıyorsanız, işçi-emekçileri örgütlemek için geriye sadece yaşam alanları kalır. Oysa işçinin bu alanlardaki varlığı onun gününün en iyi ihtimalle sadece 4-6 saatlik sınırlı bir zamanını kapsar. Bu da size ayırabileceği zamanın en fazla 1-2 saat olması anlamına gelir. Dahası, onu günün 8-12 saatinde burjuva ideolojisi ile fiilen baş başa bırakmış olursunuz.

İşçi, yaşadığını iş dışındaki saatlerde hisseder. Bu saatlerde yabancılaşmaktan bir nebze kurtulmuştur ve daha çok tüketici rolündedir. Onun bu saatlerini siyasi çalışmaya esas almak, bir yönüyle onu tüketimden, yani aslında yaşamaktan alıkoymakla eşdeğerdedir. Bu, burjuvaziye ve gericiliğe karşı baştan kaybedilmiş bir savaştır. Oysa üretici rolüne büründüğü işyerinde işçi, tüm baskıcı emek rejimlerine rağmen (ve aynı zamanda bu baskı yüzünden) elinde patronlar sınıfı için bir saatli bomba tutmaktadır adeta. Bu ilişkide diken üstünde olan artık burjuvazidir. İşçinin direnişini örgütlemek, tüketimden feragatini talep etmek gibi onu kısıtlayıcı değil, aksine etkinleştiren bir eylemdir.

Bu yüzden sosyalistler yaşam alanlarını iş alanına denk önemde değil, tamamlayıcı önemde görürler. Gerçek bir omlet için baharat, yağ ve tuz asla yumurta kadar asli bir unsur olamaz.

İşçi sınıfını; iş ilişkisini bir kenara bırakarak kazanmaya yönelik çabalar kaybetmeye mâhkum olduğu gibi, sosyalistleri de farkında olmadan işçi sınıfının tarihsel özneliği fikrinden adım adım uzaklaştırır. Sınıfın gücü; onun üretimde tuttuğu yerden değil, sadece ezilmişliği üzerinden anlaşılmaya başlanır. An gelir, daha fazla ezilen bir toplumsal kesim daha devrimci görülür ve nihayetinde kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti arasındaki çizgi belirsizleşir.

Bu noktada, içeriye girmek için "bir süreliğine" de olsa devrimci ideolojiyi bir ceket gibi kapıdaki vestiyere bırakan ya da yanına dam olarak sınıf-işbirlikçiliğini ve şovenizmi alan ve ne kadar militan olursa olsun işçi sınıfının burjuva siyasetinden bir adım öteye gidemeyecek olan ekonomist ve sendikalist pratikleri elbette bir bahane, bir karşı-örnek olarak değerlendiremeyiz.

Devrimci sosyalistler siyaset tarzlarında şu ya da bu sebeple yaşadıkları zaafları aşmak ve kitleler içerisinde az çok maddi bir güç haline gelip, kitlelerle siyaset yapmak istiyorlarsa, işçi-işveren ilişkisinin yarattığı çemberin "içinde" mi, "dışında" mı olduklarına karar vermek zorundadırlar.