4 Aralık 2024 Çarşamba

Olcay Çelik yazdı | Zeminin sağcılaşması

Doğrudur, sınıflar savaşımının bugün bize sorduğu soru devrimci siyaseti kitlelerle nasıl buluşturacağımızdır ve buna bir cevap üretebildiğimiz söylenemez. Ancak bu cevabın siyaset zemininin sağcılaşmasını verili kabul ederek değil, bilakis o zemine saldıracak yeni bir çelişkinin peşinden koşarak verebileceğimiz de açıktır. Bu ise özsel veya pragmatik sebeplerle faşizmi görünmez kılarak değil, onun yaşamımızın her zerresindeki varlığını kitleler içinden kitlelere en açık teşhirlerle göstermekle mümkün olabilir.

Faşizmin 20 Temmuz 2015 itibariyle ezilenler cephesine yönelik başlattığı topyekun saldırı ertesinde emarelerine rastlamaya başladığımız, saldırının tersine çevrilememesiyle birlikte sonraki yıllarda giderek daha da bariz hale gelen ve nihayetinde son CB seçimlerinde benimsenen sözde taktikle birlikte zirveye ulaşmış olan emekçi soldaki sağcılaşma eğilimi, seçim sonrasında artık her eğilimin üzerinde gerçekleştiği zemin haline gelmiş gibi gözüküyor.

Zeminin sağcılaşmasını emekçi solun üç farklı kesiminden üç farklı ve eşitsiz pratik üzerinden okuyabilmek mümkün.
1) Sosyal-şovenizm ve ulusalcılığın reel-politiğin ilkesi haline gelmesi,
2) Antikapitalist mücadelenin antifaşist mücadele karşısına konulmaya başlanması,
3) Antifaşist siyasetin küçük burjuvalaşması.

SOSYAL-ŞOVENİZM VE ULUSALCILIĞIN İLKELEŞMESİ
Emekçi solun azımsanmayacak bir bölüğünü oluşturan ve ezilen ulus sorununda her zaman burjuvazisinin yanında tutum almış, bunu da sözde antiemperyalizm üzerine bina etmiş olan sosyal-şovenlerin geçtiğimiz seçimlerde açık açık Amerikancı burjuva muhalefete oy istedikleri an itibarlarının beş paralık olması, insan içine çıkamamaları gerekirdi normalde.

Öte yandan, kitleleri burjuva muhalefetin ardına çok daha büyük bir özgüvenle takan sosyal-reformistlerin de yaşadıkları seçim yenilgisi sonrasında yanılmış ve yanıltmış olmaktan dolayı yüzünün bir nebze olsun kızarması beklenirdi.

Bunlar elbette olmadı. Sağcılaşma eğilimi seçim sonuçları ile beraber ideolojik yenilgiyi ilan etse de aynı zamanda azımsanmayacak bir "kitle" de getirdi. Kimi bir milyon oy aldı, kimi binlerce yeni üye yazdı, kimi de hep özlediği, istediği parlamento varlığını kazandı.

Eteğinde yetiştikleri burjuva muhalefetin (daha da) sağcılaşmasının tanıdığı imkanların yanında işte bu "başarılar" da ulusalcılığın ve sosyal-şovenizmin kendini bir üst mertebede yeniden meşrulaştırmasına yol açtı ve reel-politika yapabilmenin temel gerekleri olarak benimsenir hale geldi.

Böylece "Kemalist-Komünist İttifakı", "Sosyalist Belediyecilik" gibi oksimoronlar sözde yeni kurtuluş reçeteleri olarak pazarlanmaya başlandı, Cumhuriyetin 100. yılı rüzgarını yakalamak için en pespaye ulusalcı kumaşlardan sözde yeni yelkenler dikildi.

Türk ulusu siyasal egemenliğini kazanalı 100 yıl oldu. Emperyalist bir işgal tehdidi falan da yok. Kendisi işgalci, bilakis. İşbirlikçi Türk burjuvazisinin emperyalizm ile zerrece çelişkisi kalmamış, emperyalizm tamamen iç unsur haline gelmiş durumda. Ortada burjuvazinin cumhuriyetini tehdit eden ondan daha gerici bir sınıf da bulunmuyor. Bu durumda ‘kurtuluş reçetesi' diye halkın önüne ulusal bağımsızlığı, antiemperyalizmi, kemalizmi ve cumhuriyeti korumayı koyanlar Türkiye işçi sınıfını burjuvaziye karşı değil, elbette sadece Kürt'e karşı müstakil bir cephe haline getirebilirler.

Öte yandan, işi M. Kemal'e hakareti suç görmeye; Ermeni halkına dayatılan "canlı yayın" tehcire dahi sessiz kalmaya; terörü kınama yarışında birinciliği kovalamaya; parlamentoyu burjuva muhalefetten bile daha fazla savunur hale gelmeye ve utanmadan yerel seçimlerde onunla yine-yeni bir ittifak hayali kurmaya kadar vardıranlar henüz namlı ulusalcı sayılamasalar da bu yolda son sürat ilerlemekte, faşizme karşı mücadeleden ise uzaklaşmaktadırlar.

ANTİFAŞİZME KARŞI ANTİKAPİTALİZM
Bugün dev tekellere, şirketlere karşı en militan, kararlı ve hak alıcı fiili meşru mücadeleleri yürüten işçilerin direnişleri ezilenler cephesinin yüz akı niteliğinde şüphesiz. Tabii bu direnişler kendiliğinden gelişmiyor, belli öncüler tarafından örgütleniyor. Ancak görülüyor ki, bu öncülerin sendikalist olanları işçilerin bilincini kendiliğinden bilincin sınırları içerisinde tutmakta kararlı.

Öncü parti fikrini kökten reddeden, ekonomik mücadeleyi siyasi mücadeleden üstün/önde gören, tek tek patronları hedefe koyarken onları koruyan burjuva-faşist rejimin çok yönlü teşhirine pek bulaşmayan, zaten faşizm ve sömürgecilik gerçeklerini de kabul etmeyen ve en nihayetinde Lenin'in "işçi sınıfının burjuva siyaseti" olarak adlandırdığı sendikalist ideoloji için bu yeni bir şey elbette.

Tabii, faşist kudurganlık zincirlerinden boşaldıkça ve sıradan işçi-emekçinin tepesinde de bir balyoz gibi patlamaya başladıkça, sendikalizm de yönünü rejime ve onun teşhirine daha fazla çevirmesi umulurdu.

Ancak tersine, rejim-körlüğü artmış gibi gözüküyor. Hatta işçi sınıfının faşizme karşı siyasal özgürlüğü kazanma görevi ve faşizme karşı birleşik cephe taktiği artık sadece yanlış değil, aynı zamanda "zararlı" addediliyor ve antikapitalist mücadele neredeyse antifaşist mücadeleden kopuşa endekslenir hale geliyor. Öyle ki, işçilere "yalnız" oldukları, bir bütün olarak sol-sosyalist-devrimci partilere de güvenmemeleri gerektiği telkin edilerek sadece kendi ekmek davalarına odaklanmaları salık veriliyor.

Teorik-ideolojik planda herhangi bir tezi olmayan sendikalizm, tıpkı 120 yıl önce yaptığı gibi yine devrimci hareketin savaşmış ve savaştırmış olmasından kaynaklı andaki güçsüzlüğünün karşısına kendi örgütlenme ve propaganda başarısını koyarak kendine argüman üretmeye çalışıyor. İşçi direnişlerini siyasetsiz bıraktığı, daha doğrusu onu burjuva siyasetinin sol sınırlarına hapsettiği ölçüde popülerleşebildiğini gördüğü için de bu gazı köklüyor.

Bugün emekçi sola sirayet etmiş olan "yetersiz direnişçilik" marazını aşması ve kitleler ile bağın önemini göstermesi ölçüsünde değerli ve örnek addedebileceğimiz bu eğilim antikapitalist görevleri antifaşist görevlerin ve ekmek mücadelesini de siyasi mücadelenin sözde alternatifiymiş gibi vaaz etmeyi sürdürür ve güçlendirirse, bunun sadece sağcılaşmanın kökleşmesine hizmet edeceğini söylemek gerekiyor.

ANTİFAŞİZMİN KÜÇÜK BURJUVALAŞMASI
Ezilenlerin birleşik demokratik cephe partisinin seçim sonrası pratikleri de emekçi sol siyasetin zeminindeki sağcılaşmanın antifaşist saflara kadar sızdığını gösteriyor, ne yazık ki. Tertip edilen sayısız halk toplantıları, parti meclisi buluşmaları ve nihayetindeki konferans ertesinde seçimlerdeki taktik(sizliğ)e dair esaslı bir özeleştirinin açığa çıkmaması bunun en belirgin örneği. Özeleştiri namına masaya yatırılan şey, "Faşizmi geriletmek" gibi akla ziyan bir gerekçeyle ve parti programına-stratejisine kesinkes aykırı bir şekilde Millet İttifakı'nın desteklenmiş olması değil, daha ziyade, siyasi müzakere imkanlarının önünü tıkayacak şekilde onu daha ilk turdan desteklemiş olmaktı. Kendi adayını çıkarmamış olmak da bu dar bağlamda tartışıldı, ikinci turda boykotu gerektirecek ideolojik bir düzlemde değil.

Özeleştiri öze değil, zevahire dair olunca, özdeki sağcı sapmayı değiştirici bir niteliğe de kavuşamamış gözüküyor şimdilik. "İktidara kaybettirme taktiğinden vazgeçilmesi" kararlaştırılıyor ancak bundan 3. Cephenin faşizme karşı müstakil ve fiili-meşru bir direniş temeli ekseninde örgütlenmesi değil, "yerel seçimlerde iktidar da dahil herkesle müzakereye açık olmak" gibi daha sağ bir vazife çıkarılabiliyor.

Ezilenlerin faşizme karşı ileri mücadele biçimleri söz konusu olduğunda ona halel getirmeyecek sayısız ilerici cümle kurulabilecekken, hatta sessizlik dahi bugün bir erdem haline gelmişken, bu eylemleri "kabul edilemez" bularak illa hoşnutsuzluk belirtmeyi seçmek de maalesef sağcı zeminin ikrârının alameti olarak karşımıza çıkıyor.

Ezilenlerin birleşik demokratik cephe partisi antifaşist karakterinden, faşizme karşı siyasi merkez olma rolünden vazgeçmez elbette. Ancak antifaşizmi neredeyse zihinsel bir tutum derekesine düşürmek ve bugün mevcut-müstakbel sömürge kayyumlarına karşı Kürdistan'da, kan emici patronlar ve polis şiddetine karşı da Türkiye'de fiili-meşru temeldeki bir savunma hattının sokak sokak, işyeri işyeri nasıl örüleceğinin tartışılacağı yerde çareyi müzakere, oy hesapları, anayasa tartışmaları, seçim ittifakları ve iç-dış diplomasi merkezli bir siyasi hatta aramak antifaşist siyasetin küçük burjuvalaşmasının alametidir ve bu risk yüksek sesle dile getirilmelidir.

SİYASETİN SORUSUNU ÖRGÜTLENME CEVAPLAYAMAZ
Niyetlerinden bağımsız olarak bu üç hat da kendi çizgisini mevcut güçsüzlük koşullarında en geniş kitleleri kazanmak için faşizme (bir süre?) bulaşmayıp, çıkışı siyasal olanın reddinde arama zorunluluğu ile meşrulaştırıyor. Dolayısıyla hedefe koymamız gereken yer burasıdır.

Örgütlenme ile devrimci siyaset arasına sözde çelişki koyup, bir de ikincisini ilkine indirgeyen bu kavrayış bizim değil, burjuvazinin kavrayışıdır ve nedenselliğin en basit tanımına dahi aykırıdır. Bugün emekçi sol esas olarak faşizme karşı mücadele yürütmüş olduğu için değil, tersine mücadeleden kaçtığı için ya da vazgeçtiği noktadan itibaren güç kaybetmiştir. O halde sağcılaşarak daha fazla güç kazanacağını sanmaktan ahmakça ne olabilir? Siyasetin sorusunu örgütlenme cevaplayamaz. Burjuva-faşist rejimi göstermeyenin örgütleyeceği kitleler antifaşist safları değil, en iyi ihtimalle faşizmin tarafsızlaştırdığı safları büyütecektir.

Doğrudur, sınıflar savaşımının bugün bize sorduğu soru devrimci siyaseti kitlelerle nasıl buluşturacağımızdır ve buna bir cevap üretebildiğimiz söylenemez. Ancak bu cevabın siyaset zemininin sağcılaşmasını verili kabul ederek değil, bilakis o zemine saldıracak yeni bir çelişkinin peşinden koşarak verebileceğimiz de açıktır. Bu ise özsel veya pragmatik sebeplerle faşizmi görünmez kılarak değil, onun yaşamımızın her zerresindeki varlığını kitleler içinden kitlelere en açık teşhirlerle göstermekle mümkün olabilir.

Bu noktada teşhir sıkıntımız yoktur. En basit bir ekonomik mücadele yürütme hakkı dahi olmayan bir işçiden, belediyesini üçüncü kez kayyuma teslim etmek zorunda bırakılacak Kürt'e kadar ezilenlerin her günü zaten faşizmle kafa kafaya çarpışmakla geçmektedir. Bize düşen, düşmanın adını koyabilmek ve kitlelere onların kendi mücadeleleri içerisinden kavratabilmektir.