4 Aralık 2024 Çarşamba

Özenç Özyürek yazdı | Tarih yeniden tekerrür mü ediyor?

Şimdi tarih, yeniden tekerrür edercesine yüzyıl önceki İttihat ve Terakki Cemiyeti pratiğiyle benzerlik gösteriyor. Saray, sessiz bir darbeyle başbakanlığı devre dışı bırakıp iktidarı, içişleri ve MİT'in de dahil olduğu örtülü bir cuntayla ele geçirdi. Müzakere masasını devirdi ve savaşı yeniden başlattı. Ardından seçimlerde aldığı yenilgiyi geçerli saymayıp seçimleri tekrarlattı. Gerilimin tırmandırıldığı ve toplumsal muhalefete yönelik tarihin en kanlı saldırılarının örgütlendiği şaibeli bir seçim süreciyle saray, kendini tek başına iktidar ilan etti.

Burjuva faşist rejimler gerçeklerle değil algılarla politika yaparlar. Nesnel gerçeklerin ne olduğu değil bunların nasıl aktarıldığı daha önemlidir onlar için. Gerçeklerin yerine algılanmasını istediklerini ikame ettirirler. Bu onların karakteri, özsel bir özelliğidir.

Emekli amirallerin bildirisinin ardından bir darbe heyulası dolaşıyor. İktidar, emekli 104 amiralin yayınladığı bildiriyi kendisine yönelik bir muhtıra gibi yorumlamayı tercih etti. Saray ve AKP sözcülerinin verdiği ilk refleksi kabine üyelerinin teyakkuz haline geçercesine peş peşe yaptıkları açıklamalar takip etti.

Doğu Akdeniz; Libya, Suriye, Dağlık Karabağ gibi bölgesel sömürgeci savaşlarda ve Kürt halkının ulusal kazanımlarının tasfiye edilmesi konusunda Ergenekoncu general ve amiraller cenahı, saray rejimine koşulsuz destek veriyordu. Buna rağmen darbecilikle yaftalanıp iktidarın hışmına uğramaları ise olgulara değil algılara yönelikti.

İktidar partisi bilinçli bir şekilde yığınların korkularına temas edip panik havası yaratıyor. Yaratılan bu panik havası sayesinde ise yığınların davranışlarına yön vermeyi amaçlıyor. Korkuların örgütlendiği ilk reflekslerle emekçi kitleleri kendi politikalarına yedeklemeye çabalıyor. Kuşkusuz Türkiye halklarının darbe korkusunun toplumsal bir zemini var. Ülkede gerçekleşen istisnasız her darbenin ağır faturası emekçi sınıflara ödetilmeye çalışıldı. Askeri cuntaların uyguladığı açık despotizm, toplumsal hayatı denetim altına almaya çalışırken emekçi sınıflarda öfkeyi ve kaygıyı büyüttü. Tarihsel bir korkunun zemini böyle oluşuverdi.

Askeri darbeler her zaman için burjuvazinin ülke siyasetine müdahale araçlarından birisi oldu. Egemen sınıflar içerisindeki çelişkilerin çözümünde olduğundan daha çok, ezilenlerin yükselen mücadelesini bastırmakta ordu, sermaye sınıfının çıkarlarına uygun eylemler sergiledi. NATO üyesi ve yeni sömürge Türkiye'de ordu iç savaş disiplinine göre örgütlenirken onun esas misyonu dış istilacılık değil iç müdahaleler oldu.

Clausweitz'in ünlü deyişinden esinlenerek; "Darbelerin, sermaye iktidarının ulusal sınırların içerisinde militarist kuvvetler vasıtasıyla sürdürülmesi" olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye'de darbelerin tarihi Cumhuriyet öncesine kadar uzanıyor. Saltanat kavgaları ve tahtan indirmelerden ayrı olarak ilk hükümet darbesi emperyalist paylaşım savaşının arifesinde gerçekleşti.

Tarihe "Bab-ı Ali Baskını" olarak geçen bu olayla İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı hükümetini silah zoruyla düşürüp iktidarı doğrudan tekelinde topladığı bir burjuva istibdat rejimi kurdu.

Özgün ve tarihsel bu pratiği incelemek güncel darbe retoriğini anlamak bakımından da fayda sağlayacaktır. Bir siyasi parti olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni II. Abdülhamit'in mimarı olduğu istibdat rejimini yıkarken yeni bir istibdat rejimi kurmaya götüren süreç, modern darbeciliğin de zeminini oluşturdu.

1908 devriminin yarattığı politik hürriyet ortamı, bu kalkışmanın öncüsü olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni de halk kitleleri nezdinde saygınlığının zirvesine taşıdı. 31 yıl süren gerici istibdat rejimi artık yenilmeye başlamış, yeniden bir meclisin toplanacağı ve Kanun-i Esasi'nin ilan edileceği II. Meşrutiyet devrinin kapısını aralamıştı.

Burjuva aydınlanmacı program, dağılmakta olan sömürgeci imparatorluğu modern teknik bilim ve Anayasal monarşist temelde restorasyonla bir arada tutmayı hedefliyordu. Fransız devriminden örnek alınan siyasal üst yapı kurumları inşa edilerek ekonomik, askeri ve siyasal açıdan gelişecek Osmanlı devletinin kapitalist dünyanın etkin bir öznesi olacağına dair güçlü bir inanç hakimdi. Bu politik programa sahip İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 güzünde yapılan seçimlerde vekilleri kazanıp meclis çoğunluğunu elde etmeyi başardı. Bu tarihten itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Bab-ı Ali ve Yıldız Sarayı üzerinde denetim gücü elde ederek iktidarın ortağı konumuna yükseldi. Yetkilerinin önemli bir kısmının yanı sıra yıllık bütçe oluşturma tekelini de meclisle paylaşmak zorunda kalan sultan, bir daha dönüşü mümkün olmayacak bir güç kaybı yaşadı.

Yeni rejim, devrimin ve meşrutiyetin kalıcı bir kazanıma dönüşmesinin tek yolunun Yıldız Sarayı'nın siyasal yenilgisi ve meclisin gölgesi altında varlığını sürdürmesi olduğuna inanıyordu. 1908 devriminin yarattığı özgürlük ve değişim rüzgarını da ardına alarak istibdat rejimiyle hesaplaşmaya tutuşan İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu şekilde, I. Meşrutiyet'in acı yenilgisinin de tekrarlanmasını engellemeye çabalıyordu.

Selanik'le anılan meşrutiyet ve Yıldız Sarayı'yla cisimleşen istibdat rejimleri arasındaki bu güç mücadelesi 31 Mart vakası olarak anılacak meşrutiyet karşıtı kalkışmayla son buldu. Avcı taburları, medrese öğrencileri ve Taksim Meydanı'ndaki Topçu Kışlası'na bağlı askerlerin 11 gün boyunca Osmanlı Payitahtı'nı esir alan bu kanlı kalkışması, Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu'nun İstanbul'a gelmesiyle son buldu / bastırıldı.

İlk esaslı tehlikeyi atlatan Meşrutiyet Rejimi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meclis-i Mebusan'ı toplayarak II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi ve Selanik'e sürgün edilmesine karar verdi. İstibdat rejiminin son ve en güçlü kalesi de bu şekilde tasfiye ediliyordu.

Bu olaydan sonra 'Hareket Ordusu Kumandanı' Mahmut Şevket Paşa'nın İstanbul'da ilan ettiği Örf-i İdare ise 1908 devriminin yarattığı görece özgürlük ortamının da ortadan kalkmasına vesile oldu. Artık Abdülhamit dönemindeki gibi baskı ve sansür uygulamaya başlandı, sadece meşrutiyet rejimi karşıtları değil, yeni rejimi savunsa dahi İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne muhalefet eden hemen herkes kovuşturmalara maruz bırakıldı. Mizan dergisinin sahibi Murat Bey ve Prens Sabahattin gibi meşrutiyet yanlısı yazar ve politikacılar dahi yurt dışına kaçtılar.

Şimdi yeni bir siyasal atmosfer olmuştu. Meşrutiyetin yıkılacağına yönelik kitlelerde oluşan korku ve endişeyi fırsata çeviren İttihat ve Terakki Cemiyeti, deyim yerindeyse 31 Mart isyanını 'Allah'ın bir lütfü' sayarak tüm muhalefeti sindireceği yeni bir istibdat rejiminin temellerini attı.

Osmanlı başkentinde bunlar yaşanırken uluslararası alanda da önemli gelişmeler oluyordu. Meşrutiyetin ilanından birkaç ay sonra Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Girit Yunanistan'a katılmış ve Avusturya-Macaristan Devleti, Bosna-Hersek'i ilhak etmişti. Çürümüş olan imparatorluk günbegün zayıflıyordu.

Tüm bunların karşısında cemiyet, çareyi özgürlük ortamını daraltmakta buldu. Kendisine muhalif siyasetçileri tutuklatıyor, aydınları sürgüne gönderiyor ve cemiyeti eleştiren gazetecileri gizlice tertiplediği suikastlarla öldürüyordu.

İlk birkaç yıl içinde yaşanan bir çalkantılı gelişmeler kitlelerin İttihat ve Terakki Cemiyeti'ye duyduğu inancı ciddi anlamada sarsmıştı. Artık rüzgar meşrutiyetin hürriyet vaat eden partisi için tersten esiyordu. 11 Aralık 1911'de yapılan seçimler ise bunun en açık göstergesi oldu. Seçimlerden sadece bir ay önce kurulan 'Hürriyet ve İtilaf Fırkası', milletvekilliklerinin çoğunu kazanmış, İttihat ve Terakki Cemiyeti ise azınlıkta kalmıştı. Elbette ki İttihat ve Terakki Cemiyeti bu sonucu kabul etmeyecekti, onun ne meclis çoğunluğunu kaybetmeye ne de kabine üzerindeki denetimini yitirmeye niyeti vardı. Seçimlerden bir ay sonra meclisi feshettirerek yeniden seçim kararı aldırttı.

Siyasal tarihe sopalı seçimler olarak geçen bu dört aylık süreçte, muhalif milletvekillerini sopalarla dövdürtmekten, sokak saldırıları ve provokasyonları örgütlemeye kadar her türlü kirli ve komplocu yöntemi devreye soktular. İttihat ve Terakki Cemiyeti bürokratik ve idari güce sahip olmanın avantajından da yararlanarak muhaliflerini baskı altına alıp her türlü seçim hilesini yapmakta bir beis görmedi. Nisan ayında kurulan sandıklarda ise 275 sandalyenin 269'unu kazanarak ezici bir çoğunluk elde ettiler. Fakat artık kitleler için umut değil korku üretiyordu.

Burjuvazinin devrimi çabucak yozlaşmıştı. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik şiarıyla istibdat rejimine karşı başlattıkları iktidar yürüyüşü artık, savaş ve kan ile sürüyordu.

Yine de yarattığı bu baskı ortamına rağmen işler İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin istediği gibi gitmeyecekti. "Halaskar Zabitan" (Kurtarıcı Subaylar) grubuna mensup subayların Arnavutluk'ta dağa çıkarak başlattığı isyan, Sait Paşa hükumetinin düşürülmesi ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın kabineyi kurmasıyla neticelendi. İktidar gücünü yitiren İttihat ve Terakki Cemiyeti yıllar sonra ilk defa gerçek anlamda muhalefet konumundaydı. Ve bu durum, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir darbeyle hükümeti ele geçirdiği Bab-ı Ali baskınına kadar sürecekti.

Ama önceden egemen sınıfları sarsan daha başka krizler vardı. Balkan uluslarının özgürlük hareketiyle Osmanlı devleti, günbegün geleneksel sömürgelerini yitiriyordu. Önce Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti. Ardından tüm Balkanlar ve Trakya Osmanlı idaresinden kurtuldu. Darbenin siyasal zemini de bu vesileyle oluşturuldu.

Bu hem imparatorluk hem de İttihat ve Terakki Cemiyeti için bir kırılma olacaktı. Balkanlarda alınan bu kalıcı yenilgiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin siyasal programı da Osmanlıcılık çizgisinden pan-Türkist ve pan-islamist bir çizgiye evrilecekti. II. Abdülhamit'in de egemen sınıflar adına savunduğu bu çizgi, devletin ağırlığını, ulusal özgürlük hareketinin odağı haline gelmiş Balkanlardan Türk kökenli Anadolu ve islamın hakim olduğu Arap coğrafyasına kaydırmaktı. Buna uygun bir "Milli İktisat" programı da geliştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti idarecisi Kara Kemal Bey, Türk ticaret burjuvazisini güçlendirerek gayrimüslim ve gayri-Türk sermaye sahiplerini zayıflatıp tasfiye etmeyi amaçlıyordu.

Bu plan en acımasız haliyle Ermeni soykırımında kendini gösterecekti. Ama bunun için önce emperyalist paylaşım savaşının başlaması, ama daha da önce İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin tek başına iktidar olması gerekiyordu. Ve Türk burjuvazisi ve feodal beyleri sömürgelerini emperyalistlerden korumak için son kez olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni iktidara taşımaya hevesliydi.

I. Balkan savaşı geçici olarak neticelenmiş, Osmanlı Devleti Sırbistan ve Bulgaristan karşısında ağır bir hezimete uğramıştı. Bulgar ordusu Çatalca'ya kadar gelip İstanbul kapılarına dayanmıştı. İngiltere öncülüğünde Osmanlı'ya verilen notayla da Balkanlarda yitirdiği toprakların tümündeki hak iddiasından vazgeçmesi istenmişti.

Türk egemen sınıfları bu ağır yenilgiyi kabullenmek istemiyordu. Kamil Paşa kabinesinin notaya müspet bir cevap yazmak üzere toplandığı esnada harekete geçildi. İttihat ve Terakki'nin asker ve sivil mensuplarınca Bab-ı Ali binasına silahlı baskın verildi. "Halaskar Zabitan" grubuna mensup Harbiye Nazırı Çerkez Nazım Paşa öldürülürken, Sadrazam Kamil Paşa'dan ise istifa mektubu alınıp hükümeti düşürüldü. Mahmut Şevket Paşa'nın başkanlığında kurulan kabineyle İttihat ve Terakki Cemiyeti tek başına iktidar olduğu dönemi başlattı.

II. Balkan savaşıyla cemiyet, Doğu Trakya'yı yeniden sömürgeleştirerek egemen sınıfların güvenini kazandı. Bu zaferi, iktidarını bir daha kimseyle paylaşmamasının koşullarını yaratmak için kullanacaktı. Zaten çok geçmeden de meclisi feshedip tek parti diktatoryasına geçti. Ve iktidarı ancak, emperyalist paylaşım savaşının yarattığı yıkımın ardından terk edebildi.

Burjuvazinin, bu ilk doğrudan hükümet tecrübesi üzerinden egemen sınıflara referans olacağı bir zemin hazırladı.

Şimdi tarih, yeniden tekerrür edercesine yüzyıl önceki İttihat ve Terakki Cemiyeti pratiğiyle benzerlik gösteriyor.

Saray, sessiz bir darbeyle başbakanlığı devre dışı bırakıp iktidarı, içişleri ve MİT'in de dahil olduğu örtülü bir cuntayla ele geçirdi. Müzakere masasını devirdi ve savaşı yeniden başlattı. Ardından seçimlerde aldığı yenilgiyi geçerli saymayıp seçimleri tekrarlattı. Gerilimin tırmandırıldığı ve toplumsal muhalefete yönelik tarihin en kanlı saldırılarının örgütlendiği şaibeli bir seçim süreciyle saray, kendini tek başına iktidar ilan etti.

Gülen cemaatinin darbe girişimini ise "Allah'ın bir lütfu" saydı ve hayalini kurduğu başkanlık sistemini fiilen hayata geçirmenin yolunu açtı. OHAL koşullarında, her türlü hile ve cebrin kullanıldığı referandumla kurduğu yeni saray rejimini yasal hale getirdi.

Politikanın güçle yapıldığı bir gerçektir. Her politik kuvvet gücü ve etkinliği oranında politika yapabilir. Faşist şef önce bir darbeyle iktidarı fiili olarak saray cuntasına devretti. Ardından de facto başkanlık sistemine geçerek bunu fiili durumun yeni bir evresi olarak sürdürdü. Politik gücü sayesinde ise fiili durumu resmileştirecek anayasal dönüşümü gerçekleştirdi.

Darbelerin ruhu böyledir. Önce zor ve baskı aygıtlarının dizginsizce kullanıldığı bir durum yaratılır. Sonrasında bu hukukun yasal hale getirildiği bir anayasa hazırlanır. Hukukun ve yasaların politik eylemselliğin sınırlarını belirlediği (de jure) bir düzlem yerine politik eylemlerin kendi hukuku ve yasalarını kabul ettirdiği (de facto) bir gerçekliktir. Bu durum nesnel ve olgusaldır.

Benzerlikler bir asır öncesindekiyle çok fazla, savaş, ölüm ve darbe, burjuva rejimin tabiatı gereği kendini yeniden üretiyor. Tarihin işçiler ve ezilen halklar adına acımasızca sonuçlar doğuran tekerrürünü yineletmemek elimizde. Emperyalizmi ve Türk burjuva egemen sınıflarını savaş ve ölüm dolu kaderiyle baş başa bırakmak için birleşik devrimci mücadelenin yolundan kararlıca ilerleyelim.