4 Aralık 2024 Çarşamba

Uzun Bir Film: Şiir/The Poem

Biz gençler özellikle son dönemlerde yaşadıklarımızla daha iyi anlayabildik; değer bilmeyi. Sevdiğin birini, arkadaşını, aileni, beraber mücadele yürüttüğün ve arkasından seslendiğin yoldaşını… Şimdi bende hep oturduğumuz salıncakla konuşuyorum. Daha önce hiç konuşmamıştım. Hep gözümün önünde olduğundan mı acaba?

Yazıya başlamadan önce BEKSAV Sinema Kolektifi üyesi Gökhan Aygül'e, Tiyatro İmge oyuncusu Ahmet Uçar'a ve filmde emeği geçen bütün sinema emekçilerine bizlere sundukları bu film için çok teşekkür ediyoruz. Bazı şiirler vardır okundukça kafada senaryolar yazdırırmış, bir arkadaşım filme davet ederken söylemişti. Ben de yolda kafamda ne senaryolar kurmuştum, kesin bir şiir seçmişlerdir ve o şiiri direkt canlandırarak anlatmışlardır diyordum.

Anlayacağınız 5 dakikalık bir şiir için uzun uzun senaryolar yazmıştım kafamda. Uzun uzun acaba hangi şiir olur diye düşünmüştüm… Yani aklımdaki, bir şiiri izlemek gibiydi. Filmin girişinde de yönetmenimiz buna benzer bir açıklama yapmıştı ancak bu fikri pek tiyatral bulduğu için bu yöntemi tercih etmediğini söylemişti. Sonra film bitiminde aklımdan tek şey geçiyordu; bazen bir şeyi umduğun gibi bulmamak hayatında başına gelen güzel bir şey olabilir. Bazen bazı filmleri izleyince güzel bir şiiri okumuş gibi oluruz, bizler de filmde tam olarak bu durumu yaşadık; güzel bir şiiri okuduk. Bizzat yönetmenimizin kendi yazdığı şiirlerden birini. İçinde geçen cümlelerle, sahnelerle, bakışlarla da izleyende çeşitli duygular yaratmış oldu film.

Kısaca filmden bahsedersek odada cam kenarında bulunan masada bir eliyle sigarasını içen ve ilk kısımlarda defalarca çalmasına rağmen geç açılan bir telefon… Peki telefonun ardındaki kim? Konuşmanın burada daha monolog ilerlediği herhangi bir diyaloga şahit olmadığımızı not edebiliriz. Cevap benim için çocukluğum olabilir, bazı görüşler karakterin gençliği olduğunu da düşündürtüyor tabi. Genel olarak yönetmen burada telefonun karşısındaki diğer kişinin kim olduğunu düşünmeyi tamamen biz izleyicilere bırakmış. Şiirden ve filmde geçen bir sahnede komşusundan yemek alması annesini yeni kaybettiğini bize gösteriyor. Ama benim ve bazı izleyicilerin de dikkatini çekmiş olacak ki karakterimizin hâlâ annesinin eşyalarıyla yaşıyor olması ölümü kabullenmediğini gösteriyor. Aslında bizim gündelik hayatımızda da bu yok mudur? Eğer uzak bir akraba ise vefat eden o evde eşyaları fakirlere dağıtmak için biz ev sahipleri ya da yakınları yerine toplarız. Peki kaybettiğimiz kişi bizim ailemizden ise bizim sevdiğimiz, değer verdiğimiz biri ise… İşte o zaman ölümü reddederiz, filmde de bunun en net karesi hâlâ annesinin eşyalarının en basitinden masada annesinin şalının bulunması olmuştu. Günümüz dünyasının klasikleşen bir aile yapısı vardır. Gözlerine bakılamayan ve evde hep bir erkek egemen iktidarı temsil eden koltuğa sahip olan babalar… Sahi o gün düşündüm neydi babamın gözlerinin rengi, sonra içimden dedim; bakılmaz sinirli babaların gözlerinin içine.

Yönetmenin filmde kendi şiirini bir anlatım biçimi olarak kullandığı görülüyor. Bütün şiirlerde, bazen tiyatro, hikâye, destan ve masal türlerinde de kullanılabilen hayat, duygu ve düşüncelerin, genellikle ölçülü ve kafiyeli biçimde anlatılmasına manzum anlatım denir. Günlük hayatta kurduğumuz ilişkilerin veya yaşadığımız en ufak bir olayın nasıl şiirselleşeceği mi yoksa bunun nasıl kısa metrajlı bir filme senaryo olacağı mı? Aslında filme bir uyarlama diyebilir miyiz? Bir şiirin uyarlaması… "Uyarlama mevzusunu bir metni sahne sahne görselleştirmekten çıkarıp bambaşka bir yaratıcı sürece dönüştüren kısa filmlerin çoğalmasına ihtiyaç olduğu kesin" diye yazmış bir sinema eleştirmeni. Biz de yönetmenimize buradan sesleniyoruz. Kısa film serisinin devamını merakla beklediğimizi de şuraya not düşüyoruz. Sinemada edebiyat uyarlamaları denince akla nedense hep uzun metraj gelir. Oysa kısa film, ticari dolaşımdan azade yapısıyla yönetmenlerin özgürce at koşturabilecekleri, uyarlama denen çetrefil meseleye farklı cephelerden saldırıp küçük zaferler elde edebilecekleri bir alan.

Şiiri bir film karesinde izlerken ve dinlerken beni köyüme götürmediğini anladım. Gayet olduğum yerde ve içinde bulunduğum zamandaydım. Şiirin benim üzerimdeki etkisi belki duygusal her tür ilişkimi sorgulatması olmuştur. Kimisi annesini, kimisi babasını, kimisi sevgiliyi belki kardeşi ya da tamamen bağımsız bir öğretmeni… Bazı izleyicilerden dinlediğim ise hep şu oldu; gerçekten dizelerde neler kaçırılmış, neler yaşanmamış ve tam olarak ne yaşanmışsa onlar anlatılmıştı. Peki kısa film bizim için neden uzun oldu? Hani olur ya sinemadan çıkarsın film 3 saattir ve bazı sahneler anlatılınca sanki hiç yaşanmamış gibi unutmuşsundur. Peki bu kısa film neden hiç bitmedi? Hâlâ şiirin dizeleri aklımızda, yaşamaktayız dizeleri…

Şiirin her dizesinde sanki birine, bir şeye, bir anıya eleştiri ya da bizzat ona itiraf gibi hissettim. Benim dikkatimi çeken ise özellikle vurgu yapılan devlet "baba" eleştirisi olmuştu. Bizleri yaşayan birer candan öteye alıp bizleri yalnızca nüfusu oluşturan birer sayı olarak görmeleri. Peki doğumundan ölümüne ne yaptığımızı merak ediyorlar mı gerçekten? Mesela Kürdistan'da doğan ve ölen çocuklar nüfusu çok etkiliyor mu? Ya da bizzat devlet koruması altında olmasına rağmen katledilen kadınlar; eşinden boşanan kadınlar, sevgilisinden ayrılan kadınlar, kendi hayatını kurduğu için katledilen kadınlar ya da yolda yürüdüğü için katledilen kadınlar, kısacası sadece kadınlar; sahi katledilmenin de bahanesi var mı, varsa nedir? 6 Şubat'ta 11 kenti etkileyen ve halkın "Yüzyılın Katliamı" olarak adlandırdığı katliamda vefat eden ve aylar geçmesine rağmen bulunamayan insanlar gerçekten nüfusu etkiledi mi? Anayasa Mahkemesinin kararına rağmen her cumartesi Galatasaray Meydanına çıkıp kaybedilen yakınlarını arayan Cumartesi Annelerinin engellenen mücadelesine rağmen kaybolan ve nüfusta yok sayılan yüzlerce evlat, yurtsever ve devrimci insan nerede? Karanlıkta ölen insanlar, onlar peki toplu şekilde ölünce nüfus memurları ne yapıyor? Mesela Soma Katliamında vefat eden 301 işçiyi öldü bildirmek için devlet baba kaç saat mesai harcadı? Peki tarikat yurtlarında kaybedilen çocuklar… Sahi nerede bu insanlar şimdi?

Sayımızı bilmek istiyorlar.
Doğduğumuzu, öldüğümüzü bilmek istiyorlar.

Sayımız neden önemli bu kadar hem?
Tek tek üzerimizi mi örtecek devlet baba,
Gece uyurken?

Ama biz neden ölüyoruz onu da biliyoruz. Soracak çok soru var, çok da hesap çünkü kaybettiğimiz çok şey var ama devlet baba henüz cevaplamaya hazır değil.

Son satırlarımı yazarken son dönemlerde hep aklımı kurcalayan bir yere de değinmek istiyorum. Değer bilmeli belki de her anın, her insanın hep yanımızda deyip sırt çevirmemeli.

Şaşırdım doğrusu bir kapıyla konuşmamış olmama
Hep gözümün önünde olduklarından mı acaba?

Biz gençler özellikle son dönemlerde yaşadıklarımızla daha iyi anlayabildik; değer bilmeyi. Sevdiğin birini, arkadaşını, aileni, beraber mücadele yürüttüğün ve arkasından seslendiğin yoldaşını… Şimdi bende hep oturduğumuz salıncakla konuşuyorum. Daha önce hiç konuşmamıştım. Hep gözümün önünde olduğundan mı acaba?

*Özgür Gençlik'te yer alan yazıya buradan ulaşabilirsiniz.