Can Umut yazdı | Direnişin nabzı ve devrimci olanaklar
Direniş, eğer kendi içinde örgütlenmezse, ortak devrimci bir hat kurulamazsa ve dolayısıyla ortak taleplere yönelik strateji oluşturulamazsa bir süre sonra zemin tutmaya, savunmaya, kendini tekrar etmeye başlar. Bu muhafazakarlaşma bir eleştiri değil, tarihsel eğilimdir. Ama bu eğilim, pek tabii tersine çevrilebilir. Eylemler, örgütlü mücadeleden yalıtıldığında daralır ve ancak örgütlü yapılarla birleştiğinde genişler.
Mart 2025'te başlayan büyük halk hareketinin içindeydik. Bu yazı, İstanbul merkezli gözlemlerimize dayansa da, Ankara'dan Karadeniz'e, İzmir'den Anadolu şehirlerine dek yayılan daha büyük bir direnişin parçası olduğumuzun bilinciyle kaleme alınıyor. Yazılanlar ne bir hüküm ne de son söz; hareketin içinden bir damlanın, bütün nehrin akışını hissetmeye çalıştığı bir düşünsel girişim.
Eylemler spontane başladı ve hızla bir mayalı hamur gibi kabardı. Lakin içine ne koyduğumuzu, nasıl yoğurduğumuzu dikkatle gözlemlemek gerekiyor. Toplumun bütününü ilgilendiren demokratik talepler henüz geniş kitlelere ulaşamadı. Lubunyalara, Kürtlere, devrimcilere yönelik saldırılar ve provokasyonlar bazı alanlarda hafife alınmaması ve mücadele edilmesi gereken bir seviyeye geldi. Bu durumun genelleştirilmesi yanıltıcı olsa da, kimi sahalarda devrimcilerin dışlandığını, Kürtlerin, kadınların ve lubunyaların faşist söylemlere maruz kaldığını gözlemledik. Bu, yalnızca eylem alanında gözlemlenen parçalı bir olgu olmasına ve hareketin bütününe dair bir temsil oluşturmamasına rağmen önemsenmesi ve pozisyon alınması gereken bir teşhis olarak önümüzde durmaktadır.
Elbette direnişe ilk kez katılan, neye karşı olduğunu tam kuramayan, içsel bir dürtüyle gelen gençler de var alanlarda. Ama bu gençler, direnişte kalmayı sürdürdükçe değişiyor, dönüşüyor. Direniş, onları içine çekiyor, bilinçlendiriyor. Bu dönüşüm potansiyelini küçümsememek, tersine geliştirmek gerekiyor.
BİLİNÇ VE DENEYİM
Bu hareketlenmenin doğrudan bir yansıması olarak son süreçte genel grev çağrıları gündeme geldi. Bir açıdan bu çağrılar, biz sosyalistlerin en güçsüzleştiğimiz noktaları tekrar önümüze seriyor. İşçi sınıfının yüzde 10 gibi küçük bir bölümünün örgütlü olduğu, işçi sendikalarının sendika bürokrasisi ve patronları tarafından zayıf düşürüldüğü, sarı sendikacılığın, hükümet ve patronlarla sınıf işbirliğinin, sosyal şovenizmin sendikal harekette egemen, devrimci etkinin ise oldukça zayıf olduğu bir dönemdeyiz. İşçi sınıfının üretimden gelen gücünün antifaşist mücadelede ve büyük antifaşist halk direnişinde öne çıkamaması önemli bir zayıflık ve zaaf olarak kendisini gösteriyor. Halk direnişini işçi sendikalarına, sendika konfederasyonlarına taşımak hatta daha doğrusu dayatmak gerekiyor. İşçi sınıfının politik özgürlük mücadelesinin en yakıcı talepleri doğrultusunda üretimden gelen gücünü kullanmasını örgütlemek amacıyla tüm güç ve olanaklarının seferber edilmesi gerektiği apaçık.
Bu sebeple işçi sınıfının mücadele tarihini, büyük deneyimlerini hatırlamanın ve güncelemenin tam zamanıdır. Örneğin 12 Eylül rejiminin baskı altına aldığı işçi sınıfı 1980'li yılların ikinci yarısından itibaren özellikle 1987 Netaş direnişi ve onun etrafında örülen dayanışmayla kıpırdanmaya başlamış, 1989 bahar eylemleriyle doruğa tırmanış 1990'ın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. 3 Ocak 1991'de Türk-İş'in bir gün iş bırakma kararı fiili meşru zeminde örgütlenen genel grev biçiminde gerçekleşmiştir. Zonguldak'ta günlerdir grevde olan 48 bin kömür madeni işçisi Ankara'ya yürümeye başlamıştır ve maden işçilerinin ailelerinin de katılımıyla Türkiye'yi sarsan Büyük Madenci Yürüyüşü 100 bin kişiye ulaşmıştır. 1990'larda kamu emekçilerinin fiili sendikalaşma sürecinde kurulan sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılmış, bazı yöneticiler geçici sürelerle görevden uzaklaştırılmış ve sendikalar mühürlenmeye başlanmıştır. Ancak devletin bu baskısı karşısında kamu emekçileri örgütlenme özgürlüğünü fiilen gerçekleştirmekten geri adım atmamışlardır. İzmit denince akla gelen, tam 133 gün süren Seka direnişi de yine toplumsal hafızamızın güçlü bir parçasıdır. Tuzla'da E-5 karayolunun tersane işçileri tarafından Limter-İş'in önderliğinde trafiğe kapatılması, Limter-İş'in taşeronlaştırmaya ve iş cinayetlerine karşı Tuzla havza grevi, Tekel işçilerinin Ankara'nın merkezinde mekan tutması ve etrafında süren görkemli direniş, gerek eylem biçim ve yöntemleri, gerek örgütlenme biçimleri bakımından zengin deneyimlerle doludur.
Bunların tümü işçi sınıfı tarihimizin önemli dönemeçleridir. Bu miras, yalnızca bilgi olarak değil, bugünün eylemine ışık tutacak deneyimler olarak kavranmalıdır. Bugünkü koşullarda yarın bir genel grevin gerçekleştirilemeyeceğine dair sezi ve bakış, ancak bir ölçüde gerçeklik payı taşıyabilir. Bugünkü hareket içerisinde onbinlerce işçinin yer aldığını görebilmek mühimdir. Bırakın sosyalist hareketin gücünden yola çıkmayı, sendikaların verili örgütlülük durumu ve işçi kitleleriyle bilinen ilişki tarzından bile bakılarak bugünkü gerçeklik anlaşılamaz. Mücadeleye atılan yüksek öğrenim gençliğinin grev çağrısı çok değerli ve anlamlıdır. Bu gerçeklik geniş kitlelerin birbirini örgütleme, ajitasyon ve eylemi olarak okunmalıdır.
Bütünde baktığımızda hareketin geliştirilmesi ve geleceği bakımından emekçi solun, özellikle devrimci ve tutarlı antifaşist güçlerin semtlerde ortaya çıkan kitle gösterilerini geliştirme, örgütleme ve yaymaya dayalı olarak büyük antifaşist kitle hareketine müdahale etmeleri, keza genel grev, genel direniş örgütlenmesinde semtleri bir üs ve kaldıraç olarak ele almaları üzerine odaklanılabilir. Fabrikalarda, işletmelerde, servis araçlarının kalkış noktalarında işçi sınıfına yönelik ajitasyon geliştirilebileceği gibi, işçi mahallelerinde forumlar ve kitle toplantıları düzenlenebilir. Daha önemlisi mahallerde inisiyatif alacak halk meclislerini örgütleme ajitasyonu ve çalışmaları geliştirilebilir.
FAŞİZM, KRİZİN TAMAMLAYICISIDIR
Bugüne kadar yaşadığımız baskılar birer sapma değil, kapitalist sistemin olağan işleyişinin kriz anlarındaki uzantısıdır. Emperyalist şiddet dışarıda rafine edilir, sonra içeri döner. Faşizm, liberalizmin karşıtı değil, onun kriz anındaki tamamlayıcısıdır. Irkçılık kapitalizmin gereğidir; emperyalizm ise küresel düzenin yapıtaşı. Bu nedenle, sistemin bozulduğu değil, tam da olması gerektiği gibi işlediği bir momentteyiz.
Gezi-Haziran başkaldırısı ve Kobanê serhildanının ardından, Erdoğan rejiminin siyasi hegemonyası yeniden sarsılmıştır. Bugünkü direnişin yaygınlığı, farklı sınıf ve kimliklerin yeniden buluşma zemini bulduğunu gösteriyor. Ancak bu birleşme, eğer bir programa, talepler dizisine ve politik bir yönelime kavuşmazsa, hareketin enerjisi sönümlenebilir. Antifaşist çizginin netleştirilmesi, taleplerin güncellenmesi ve yaygınlaştırılması bu yüzden yaşamsal bir öneme sahip ve tarihsel bir sorumluluğu dayatıyor.
DİRENİŞ, HEGEMONYA VE DÖNÜŞÜM
Direniş, eğer kendi içinde örgütlenmezse, ortak devrimci bir hat kurulamazsa ve dolayısıyla ortak taleplere yönelik strateji oluşturulamazsa bir süre sonra zemin tutmaya, savunmaya, kendini tekrar etmeye başlar. Bu muhafazakarlaşma bir eleştiri değil, tarihsel eğilimdir. Ama bu eğilim, pek tabii tersine çevrilebilir. Eylemler, örgütlü mücadeleden yalıtıldığında daralır ve ancak örgütlü yapılarla birleştiğinde genişler.
Faşist şeflik rejimi bu gerçeğin farkında ve bu sebeple bugün eylem alanlarında devrimci gençliğin üzerindeki baskılar epey ağır. Yoldaşlarımız tutsak düşüyor, alanlar daralıyor. Bu sadece dışsal değil, ideolojik de bir sorundur. Yine devletin müdahaleleriyle gençlik, hareketin tekrardan sarsmakta olduğu ulusalcı kodlara çekilmeye çalışılıyor. Bu durum aynı zamanda gençliğin devrimci tahayyülünü henüz güçlü şekilde örgütleme sorun ve görevini hatırlatıyor.
Oluşan durumda CHP'nin mevcut hegemonyası, ideolojik bütünlükten değil, boşluğu yönetme kapasitesinden besleniyor olmakla birlikte hareketin CHP'yi aştığı da çok açık. Bu durumda devrimci adım içeriden başlatılmalıdır. Forumlar, öğrenci meclisleri, üniversite kolektifleri, mahalle toplantıları ve bunların da ötesinde karar alma ve uygulama organları olarak meclisler örgütlemek... Bütün çalışmalar bir devrimci hegemonya merkezinin inşasına bağlandığı ölçüde başarılı olabilir. Üniversiteler, semtler, fabrikalar vb. değişik alanlardaki yapılar birleşik bir hedefe yöneltilmedikçe kalıcı etki yaratamaz. O nedenle, bir politik çekim merkezi kurmak ve programatik talepler etrafında birleştirici bir çizgi oluşturmak yaşamsal önemdedir...
Bugünkü direniş biçimlerinin sistem içi sınırlar içinde tutulma eğilimi, boşlukları düzen içi güçlere bırakabiliyor. Bu nedenle yalnızca savunma değil, saldırı pozisyonuna geçilmelidir. Özellikle hareketlenen ve gelecek kaygısı içindeki gençleri öncü haline getiren dönüştürücü bir eylem hattı, yalnızca sokağı değil, üretim alanlarını, kentleri ve kampüsleri de dönüştürecektir.
Direnişi dönüşüme taşıyacak olan, örgütlü stratejik müdahaledir. Programlı, talepli ve çoğulcu bir devrimci çizgiyle bu yapılabilir.
DEVRİMCİ OLANAKLAR
Her krizin içinde devrimci olanaklar kıvılcımlanır. Ama o kıvılcım, yalnızca görenin gözünde parlar. Yalnızca bakan değil, defaatle görmeye sabreden gözlerde. Kısa vadeli umutların, konjonktürel kazanımların, kolay sloganların parıltısına değil; dalganın altındaki kımıldanmaya bakan gözlerde. Şimdi "olanak" üzerine konuşacaksak, meseleye yalnızca "ne yapılabilir"den değil, "hangi çatlaktan ne doğabilir" sorusuyla yaklaşmalıyız. Çünkü devrimci olanak, bilinçli bir özne tarafından bir çatlağa doğru itilmiş tarihsel bir imkandır. Ne safça bir bekleyiştir ne de liberal reformcu bir "iyileşme" tahayyülü. Devrimci olanak, mevcut düzenin çelişkilerinin keskinleştiği bir noktada, ezilenin iradesiyle çatlağa yönelen bir tarihselliktir. Luxemburg'un harika ifadesiyle: "Kitle hareketi, sosyalist devrimin temelidir. Bu hareketler plansız ve kaotik görünebilir, ama tarihsel anlamda devrimci sınıfın uyanışını ifade eder."
Bugün tam da bu eşikteyiz.
Lenin'in en keskin sezgilerinden biri şuydu: Mevcut durumun çelişkileri halkta bir hoşnutsuzluk yaratıyor, ama bu hoşnutsuzluk kendiliğinden devrimci bir nitelik kazanmıyor.
Gramsci bu bağlamda Hapishane Defterleri'nde şöyle yazar : "Her kriz, eskiyle yeninin ölümün kavgasıdır; ve işte tam bu noktada çeşitli 'canavarlar' ortaya çıkar."
Gramsci'nin 'organik kriz' kavramıyla ilişkili bu sözü halk hareketlerinin yükseldiği tarihsel anlarda devrimci olanakların doğduğunu, ama aynı zamanda gerici biçimlerin de güç kazandığını vurgular. Şu bizim için kesin ki devrimci nitelik devrimci öznenin müdahalesiyle yeşeriyor. Bugün de mesele budur: Faşist baskının, ekonomik sefaletin, kültürel yabancılaşmanın derinleştiği bu tabloda, kitlelerde bir öfke var. Ama öfke ona yön verecek örgütlü bir bilinçten yoksun ve bugünkü koşulların en önemli özelliği devrimci özneyi tasfiyelerle, faşist şeflik rejiminin operasyonlarıyla görünmezleştirmesi, onu yok etme çabası, hatta zaman zaman kendisine yabancılaştırmasıdır. Bu yüzden olanak, örgütlü devrimcinin sabrında, kitleyle kurduğu ilişkide, "dinlemek ile konuşmak" arasındaki o ince çizgide yeşerecektir.
PROLETER POLİTİK HATTIN ZAMANI
Lenin'in devrim teorisinde, olanak ancak örgütle gerçekleşir. İrade örgütsüz olduğunda ya kendiliğindencilikte dağılır ya da düzen içi temsillere sığınır. Bugün mahalle çalışmaları ve işçi semtlerine daha güçlü yönelme, dayanışma ağlarını ve kitle toplantıları ve etkinlikleriyle devrimci bilinçle donatma gibi pratiklerin birleştirilmesi zorunludur. Çünkü olanak, tekil bir eylemde değil; hat kurma kapasitesinde yatar. Devrimci güçlerin bu ortak hattı kurmak için çabalaması tarihsel bir sorumluluk haline gelmiştir. Grevleri yaymak, toplumsal meşruiyetini güçlendirmek, direnişi savunmadan çıkarmak, işgalleri sınıf bilinci okullarına çevirmek... Bunlar birer romantik öneri değil; sınıf mücadelesinin güncel pratikleridir. Ve hepsi bir bütün olarak ancak örgütlü bilinçle anlam kazanır. Sonuç olarak devrimci olanak, sadece "iyi giderse" gerçekleşecek bir umut değil; dönüştürücü bir iradeyle kurulacak bir hakikattir. Bugün direnişin içinde, belki dağınık, ama sezgisel bir bilinç dolaşıyor. Bizim görevimiz, onu görünür kılmak, adlandırmak, örgütlemektir. Çünkü bu isyanın, bu gazın, bu sloganların içinde, dillendirilmeden gezinen bir cümle var hala: "Proletaryanın, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Ama kazanacakları bir dünya vardır."