Ender Çelikel yazdı | Siyasette şiddet ve reformistlerin çaresizliği
Reformist parti ve çevreler, verili pratikleri içerisinde kendilerine özgü bir ideoloji salgılar. Legal olan, seçimler, parlamento ile burjuva ideolojisi içerisinde ilişkilenirler. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini, yapısı ve şekli burjuvazi tarafından çizilmiş olan sınırlara hapsederler. Devrimci eylemleri burjuva uygarlığın terimleriyle tanımlar ve demokratik mücadelenin önünü tıkayan siyaset dışı yöntemler diye mahkum ederler.
Sınıflı bütün toplumsal rejimler varlıklarını sürdürmek için şiddete başvurur. Bunu devlet aracılığıyla icra eder. Ne ki şiddet tek başına yeterli olmaz. Bir avuç insandan oluşan egemen sınıflar boyunduruğu altına aldığı üretim araçlarından yoksun kalabalık yığınları üretim ilişkilerinin doğallığına ve normalliğine inandırmak zorundadır. Aksi halde, ezilen sınıfların ayaklanmalarının önüne geçemez ve maddi hayatın kesintisiz yeniden üretimini örgütleyemez.
Egemen sınıflar, ezelden beri kurulan düzenlerini yıkmaya yönelik ezilenlerin başkaldırılarını "barbarlık", "korsanlık", "eşkıyalık", "şakilik", "asilik" vb. diye tanımlar. Başkaldıranlar hakkında olumsuz algı oluşturur. İslam'ın ortaya çıkışı çarpıcı bir örnektir bunun için. İslam peygamberi Hz. Muhammed "Allah'tan başka ilah yoktur", "Mülk Allah'ındır" şiarıyla düzene isyan ettiğinde, Mekkeli tefeci-bezirgan sınıfı onu yalancı ilan etmişti. Ezilenlerin İslam bayrağı altındaki isyanına karşı, şiddet aygıtlarının yanı sıra, dönemin ideolojik aygıtlarını da kullanmışlardı.
Burjuvazi, sömüren-sömürülen, patron-işçi, zengin-yoksul ilişkisini doğallaştırma ve bu ilişkiye toplumsal rıza üretme bakımından seleflerinden daha gelişmiş sofistik ideolojik aygıtlara sahiptir. İdeolojik aygıtları arasında en işlevseli hiç kuşkusuz genel seçimler ve parlamentodur.
"Özgür birey" felsefesi üzerine kurulan burjuva aydınlanma ideolojisine göre insanlar hür doğarlar ve eşittirler. Tek gözlü barakada doğan da villada doğan da işçi de patron da kadın da erkek de eşit ve özgür bireydirler. İnsanların "özgür irade"leri vardır ve her bir eylemlerinden sorumludur. Bu "özgür" ve de "eşit" insanlar, bir kaç senede bir genel seçimlerde oy kullanırlar ve iradeleri meclise yansır. Böylece yönetime dahil olurlar! Devlet, demokrasilerde her bireyin hakkını-hukukunu güvence altına alan ve koruyan "tarafsız" bir "adalet dağıtıcısı"dır. Güya vatandaşların, haklarını arama ve çoğaltma hakları vardır. Bunun çerçevesi anayasa ve yasalar tarafından çizilmiştir.
DEMOKRASİNİN SINIRI
İşçiler kendi "hür iradeleri"yle işçi olma (sömürülen) konumlarına, başka bir deyişle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeye kalkarlarsa ne olur? Bu sorunun yanıtı, bir burjuva aldatmacası olan demokrasinin maskesini düşürür. Devletin saklı rolünü ifşa eder.
Teorik yapı olma niteliğini burjuva ideolojisinden kopuşarak elde eden marksizm, burjuva toplumun gerçekte ortak değerler taşıyan "eşit haklara sahip özgür birey"den değil, toplumsal pratikleri farklı, dolayısıyla çıkarları da birbirleriyle çelişen ve hatta uzlaşmaz düzeyde karşıtlaşan sınıflardan ezen ve ezilenlerden oluştuğunu savunur. Maddi koşullar bakımından eşit olmayanların hukuksal düzlemde eşitlenmesi, kapitalistlerin kadim bir yalanıdır. Kapitalizmde sermayedarların, mal ve mülk sahiplerinin hakları ve hukukları vardır. Onların haklarını ve hukukları asıl olarak güvence altına alınır. Çünkü devlet, "tüm burjuvazinin ortak çıkarları yöneten bir komite"dir (Marks). En demokratiği dahi son kertede burjuvazinin bir diktatörlük aygıtıdır. Nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler kendi "özgür iradeleri"yle işçi olma statülerini sonlandırmaya kalktıklarında, özel mülkiyeti ve onu üreten işçileri korumakla mükellef olan devletin şiddet aparatları, "hukuk içerisinde" devreye girer. Hatta burjuva demokrasisi süreç içerisinde faşizme de evrilebilir.
SİYASET VE ŞİDDET
Yoksullar ve zenginlerin, sömürülenler ile sömürenlerin, ezilenler ile ezenlerin "insanlığın" fertleri olarak barış içerisinde kardeşçe bir arada yaşamaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira maddi karşıtlık politik karşıtlığı, politik karşıtlık da savaşı üretir. Tarih -bu yüzden- sınıf mücadeleleri tarihidir. Tarihte bütün ekonomik ve siyasi uzlaşmazlıklar güç kullanılarak "çözülmüştür".
Siyaset, karşıt sınıfların yahut daha geniş tanımıyla tarafların, hedeflerini gerçekleştirmek için birbirine karşı güç kullanmasıdır. Güç kullanmanın yöntemleri diplomasiden savaşa, grevden boykota, kitle gösterisinden "bireysel terör"e değin çeşitlilik arz eder.
Siyasetin doğası burjuva uygarlığında değişmedi. Çelişkilerin 21. yüzyıl uygarlığında akılla, mantıkla, hoşgörüyle, empatiyle, demokratik-barışçıl yöntemlerle çözülebileceğine dair liberal zırvalıkların maddi hayatta karşılığı bulunmuyor. Kapitalist üretim ilişkileri ve emperyalist rekabet şiddeti ve savaşı en "uygar" ülkeler açısından bile kaçınılmaz kılıyor. Dahası savaş, sermayenin birikim sürecinde işlevsel bir rol oynuyor.
Egemen sınıflar 21. yüzyılda bile(!) "zor" aygıtlarına başvurarak kurulu düzenlerini koruyup sürdürüyor. Emek ile sermaye arısındaki uzlaşmaz çelişki, politik devrimi ve devrimciliği zorunlu kılıyor.
REFORMİSTLERİN DEVRİMCİ ŞİDDET KORKULARI
Marksizm tamamlanmış bir teori değildir. 170 yılı aşan serüveninde, sınıf mücadelesinin değişen koşullarına göre daima gelişmiştir. Haliyle reformizmin ve devrimciliğin tanımları da marksizmin devrimci gelişimi içerisinde değişmiştir.
Reformizm, 120 sene önce Bernstein'ın sosyalizmin kapitalizmin bağrında yeşerip gelişeceği ve kapitalizmin barışçıl şekilde sosyalizme evrileceği yönündeki teorisiyle özdeşleşiyordu. Devrimci sosyal demokrasiyle reformizm ayrımı, teorik alandan pratik-politik alana henüz yeterince yansımamıştı. Teorik ve politik ayrımlar "Lenin'le birlikte belirginleşip keskinleşti. Reformizmin tanımı genişledi. Sadece düzen içi yasal mücadele araç ve biçimlerini benimseyen, devrimi ve devrimciliği bilmeyen bir geleceğe erteleyen akımları da kapsadı.
Türkiye'de, devrimci sosyalistler hariç, emekçi solun gövdesini oluşturan bütün yasal partiler reformisttir. Dilinde devrimci(ciliği) ve Mahirleri düşürmeyen Sol Parti, komünistliğini kendinden menkul TKP, hatta yayın organlarında proletarya diktatörlüğünü reddetmeyen "Deniz Gezmişlerin Partisi" EMEP ve diğerleri, hepsi reformist karakterdedir.
Siyasal öznelerin kendilerini nasıl tanımladıklarının fazla önemi yoktur. Partileri kendi tanımları üzerinden değerlendirmek Lenin'in deyimiyle "sığlık" olur. Partiler amaç (devrim, sosyalizm), araç ve yöntem tutarlılığı, gelişmeler karşısında takındıkları politik tutumları üzerinden değerlendirilir. Bana ezilenlerin devrimci şiddet pratiklerini nasıl tanımladığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim misali!
Reformist parti ve çevreler verili pratikleri içerisinde kendilerine özgü bir ideoloji salgılar. Legal olan, seçimler, parlamento ile burjuva ideolojisi içerisinde ilişkilenirler. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini, yapısı ve şekli burjuvazi tarafından çizilmiş olan sınırlara hapsederler. Devrimci eylemleri burjuva uygarlığın terimleriyle tanımlar ve demokratik mücadelenin önünü tıkayan siyaset dışı yöntemler diye mahkum ederler.
AHMAKLIK MI OPORTUNİZM Mİ?
Lenin, liberallerle ciddi ciddi alay ederdi. Örneğin şöyle derdi: "Bir liberal hakarete uğradığında 'Tanrı'ya şükür beni dövmedi' der. Dövüldüğünde kendini öldürmediği için Tanrı'ya şükreder. Öldürülünce ise fani vücudunda ölümsüz ruhunu aldığı için yine Tanrı'ya şükredecektir."
Ana muhalefet partisi CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun kitlelere yaptığı, "ne yaparlarsa yapsınlar sokağa çıkmayın, provokasyona gelmeyin" çağrısını eleştiren reformistler aslına bakılırsa CHP'yle benzer düşünüyorlar. Yargı tarafgir, ifade ve gösteri özgürlüğü kalmadı, YSK güvenilmez, parlamento anlamsızlaştı; yasak, baskı, ceza, zam, zulüm, totalitarizm, faşizm diye feryadı figan etseler de "demokratik mücadele"den sola gıdım sapmıyorlar. Oy hakları ellerinden alınmadığı için Tanrı'ya şükrediyorlar. Seçimlerin heyecanıyla ve CHP'nin olası zaferinin ümidiyle yanıp tutuşuyorlar. Farklı mücadele alanlarına ve araçlarına yönelenlerin, parlamenter zafer senaryosunu bozacağından korkuyorlar. Öyle ki, devrimcileri provokasyon çıkarmakla suçlayabiliyorlar.
Bu tutumları ahmaklıkla izah edilemez. Böyle kolay olsaydı eğer, "ahmaklık parayla mı!" der ve geçerdik. Hayır, işçi sınıfı ve ezilenlerin en sıradan ve "makul" demokratik eylemlerinin bile "terör" diye yaftalandığı bu ortamda, ezilenleri siyasetin devrimci aygıtlarından yoksun bırakmanın adı oportünizmdir. Reformistler düpedüz egemen sınıfların değirmenine su taşıyorlar.
Marksist leninist komünistler, yasal-demokratik mücadele araç ve biçimlerini hiçbir zaman reddetmediler. Bilakis sol sekter apolitik tutumlarla daima keskin biçimde mücadele ettiler. Verili bütün yasal imkanlardan, sosyalizmin propagandası için olanakları ölçüsünde yararlanıyorlar. Burjuva demokrasisinin sunduğu bütün kanallardan ezilenlerin yıkıcılık közlerine üflüyorlar. Komünist devrimcileri reformistlerden ayırt eden kategorik fark, yasal veya değil siyasetin bütün biçimlerini devrim perspektifinde kaynaştırma çabalarıdır.
Seçimler ve parlamento politik özgürlüğü kazanmanın araçları değildir. Bunlar sadece, "devrimin gerekliliği düşüncesini kitlelerin kafasına kazımak üzere" yararlanılan araçlardır. (Lenin) "Altılı masa" üzerinden kurgulanan senaryo, rejim krizini ayamayan devletin ve resmi ideolojinin yeniden yapılandırılması ve devletin kurumsal varlığının sürdürülmesidir. Marksist leninist komünistler, burjuvazinin kurguladığı bu senaryoya uzaktan göz kırpan reformistlerle ideolojik mücadelelerini kararlılıkla sürdürecekler. Tasfiyeciliğe prim vermeyecekler.