20 Eylül 2024 Cuma

Ozan Horoz yazdı | Yoksullaşma krizi ve finansallaşma: Türkiye ekonomisinde derinleşen çelişkiler

İçinde bulunduğumuz durum, düne göre çok daha fazla devrimci imkan barındırmaktadır. Yoksullaşma krizinin biriktirdiği halk öfkesi, devrimci temelde bir sınıf hareketine dönüşmesi için tüm imkanlar seferber edilmelidir. İktidar bloğundaki krizi derinleştirerek, sınıftan yana bir sokak hareketinin, grevlerin ve boykotların üniversitelerden fabrikalara, semtlerden atölyelere kadar örgütlenmesi gerekmektedir.

Türkiye ekonomisi, hiper enflasyonist baskı ve bunun sonuçlarından biri olarak yoksullaşma krizi ile karşı karşıya. Sınıflar arası uçurum keskinleşirken, uluslararası emperyalist fonlar, spekülatif sermaye araçları ve bankalar üzerinden ülke ekonomisindeki ve bütçedeki açığı her geçen gün daha da büyütüyor. Sonuç olarak, emekçi sınıfların genel maaş düzeyi adeta erirken, uluslararası fon şirketleri ve onların yerel ve uluslararası temsilcileri karlarına kar katıyor. Bu bağlamda, ilk akla gelen soru Türkiye'de bir ekonomik kriz olup olmadığıdır. Ekonomik kriz, üretimin durması veya yapılamaması ve buna bağlı olarak burjuvazi cephesinde finansal ve spekülatif sermaye hareketlerinin de krize girmesi anlamına gelir. Ancak, banka karlılıkları ve fon şirketleri ya da büyük şirketler krizden etkilenmiyor gibi görünüyor. Bu yoksullaşma döngüsünün faturası işçi sınıfı ve genel olarak çalışan kesimlere kesilmektedir. Dolayısıyla mevcut kriz, ekonomik bir krizden ziyade, servet transferi yoluyla gerçekleşen bir bölüşüm krizidir.

PEKİ, BU DURUMA NASIL GELİNDİ?
Bu durumu anlayabilmek için, genel sermaye hareketlerinin hangi süreçlerden geçtiğine hızlıca bakalım. Kapitalizmin genel krizli yapısı, karlılıkların yetersiz olduğu noktada kendisini farklı finansal enstrümanlara ve spekülatif sermaye hareketlerine teslim etmiş durumda. Bu süreci yakın dönemde üç ana başlıkta toplayabiliriz: Neoliberal dönem, küreselleşme ve finansallaşma. Bu süreçlerin hepsini birbirinden kategorik olarak ayırmak zordur; çünkü bu kavramlar birbirinin varlık nedeni ve sonucuna dönüşmüş durumdadır.

Türkiye üzerinden zincirin son halkası olan finansallaşma süreci en önemli unsurdur. Bugünden bakıldığında, endüstriyel kapitalist sermayenin ve hane halkı borçlanmasının finansallaşması nedeniyle banka sermayesine sıkı sıkıya bağlı hale gelmesi, işçi sınıfını ve tüm ezilen kesimleri mülksüzleştirmekte ve banka-tefeci yoluyla servet transferi imkanlarını geçmişe göre daha fazla yaratmaktadır. Bugün yaşadığımız yoksullaşma krizinin şiddetini her geçen gün artıran temel nedenlerin başında bu gelmektedir.

Türkiye'de banka sermayesine borçluluk düzeyi 40 milyon kişiyi bulmuş durumda ve her 100 kişiden 12'si bankalarla icralık durumda. Kasım 2022-2023 dönemi içerisinde kredi kartı ve kredi borçlularının oranı yüzde 119 artmış ve tüm zamanların en yüksek düzeyine çıkmıştır. Ağustos 2024 itibarıyla 944 bin kişinin daha kredi kartları ve kredi borçlarından dolayı bankalarla yasal takipte olduğu bilgisi paylaşılmıştır. Toplamda beş buçuk milyon kişinin icralık durumda olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Sermayenin finansallaşması süreci, iktidar cephesinden bilinçli bir tercihtir. Maaş artışlarının enflasyonun altında kalması göreli yoksullaşmayı beraberinde getirirken; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in programının etkisi ve IMF merkezli yeni makro ekonomi politikaları çerçevesinde emeklilere sefalet zammı yapılırken, çalışan nüfusun yüzde 45'ini oluşturan asgari ücretlilere temmuz ayında zam yapılmamıştır. Bu durum, yoksullaşma krizinin ete kemiğe büründüğü ve göreli yoksullaşmanın mutlak yoksullaşma evresine geçtiğine dair somut bir örnektir.

TÜİK verilerine göre, ağustos ayında enflasyon yüzde 65.93 olarak açıklanırken, ENAG verilerine göre enflasyon yüzde 100'ün üzerindedir. Maaşların artırılmaması, hane halkı borçlanmasına ve bireysel kredi borçlarının ödenemez duruma gelmesine yol açmaktadır. Tüm bu denklem içinde, ağustos ayı işsizlik rakamları açıklandı ve yüzde 29.2 ile yeni bir zirveye ulaştı. Sermaye gruplarının taşeronlar yoluyla veya küçük ve orta ölçekli işletmelerin birçoğu üretime devam etmesine rağmen; sendikasız, sigortasız ve evden çalışma modelleriyle genel sigorta primleri ve tazminat yükünden sıyrıldığı da bir gerçektir. Halihazırda çalışan kaçak göçmen işçiler ve çocuk işçiler bu verilerin içinde yer almamaktadır.

ŞİRKET KARLILIKLARI ARTARKEN NEDEN MAAŞLAR YÜKSELMİYOR?
Şimşek programının ve AKP'nin yeni ekonomi politikasının bir sonucunu yaşamaktayız. Mayıs 2023 seçimleri öncesinde ihracatı önceleyen yüksek kur ve düşük faiz politikası, yüksek enflasyon ve aranan dış kaynağın bulunamamasıyla sonuçlanmıştı. Yeni durumda sabit veya sabite yakın kur ve buna bağlı yüksek enflasyonist politikalar; yabancı sermayenin ve fon şirketlerinin Türkiye'ye gelmesine yol açmakta, ancak bu durum bir yandan da yüksek faiz yoluyla üretilen artı değer ve ücretlerin buharlaşmasına neden olarak emekçi sınıfların, emeklilerin, işsizlerin ve tüm ezilenlerin daha da fakirleşip banka sermayesi yoluyla finansal kölelere dönüşmesini sağlamaktadır. Şimşek politikaları, sıkılaştırma ve kemer sıkma politikalarının devam edeceğini ifade ederken, emekçi sınıfları mutlak sefalete sürüklerken, diğer taraftan ülkede varlıkları bulunan ilk 500 şirketin sıfır vergi uygulamaları ve özel sektöre teşvik politikalarıyla tarafını açıkça belli etmektedir.

İçinde bulunduğumuz durum, düne göre çok daha fazla devrimci imkan barındırmaktadır.

Yoksullaşma krizinin biriktirdiği halk öfkesi, devrimci temelde bir sınıf hareketine dönüşmesi için tüm imkanlar seferber edilmelidir. İktidar bloğundaki krizi derinleştirerek, sınıftan yana bir sokak hareketinin, grevlerin ve boykotların üniversitelerden fabrikalara, semtlerden atölyelere kadar örgütlenmesi gerekmektedir. Bu, mevcut kriz koşullarında emekçi sınıfların mücadele gücünü artırarak toplumsal dönüşümün kapılarını aralayabilir.