4 Aralık 2024 Çarşamba

Olcay Çelik yazdı | 14 Mayıs'ın gölgesinde 1 Mayıs

Bu ülkede politik özgürlüğün asıl büyük parçası sendikal özgürlükler değil, Kürt halkının ulusal-kolektif özgürlükleridir ve müstakbel iktidar burada da bizi şaşırtmayarak "iyi niyetlerin" ötesinde hiçbir olumlu nesnel veri sunmuyor, sunamaz da. Millet İttifakı'nın, "terör" safsatasıyla parçalı, örgütsüz, sömürüye razı, birbirine düşman ve devlete aşık tutulan Türk işçi-emekçisine vaadi savaşın devamıdır.

Burjuvazinin aksine sosyalistlerin halka yalan söylemeye ihtiyaçları yoktur çünkü savundukları şeyler zaten işçi sınıfının çıkarlarıdır. Yine de "taktik olarak" yalan söyleme gereği duyanlar burjuvazinin çıkarlarını sosyalist kılığında savunanlardan başkası değildir.

Bu sene 1 Mayıs'ın neredeyse tamamen 14 Mayıs seçimlerinin etkisi altında geçeceği ortada. İşçi sınıfının AKP-MHP iktidarından kurtulma arzusu kendisini ister istemez sandıkta önüne konan burjuva alternatife bağlanan umutta gösterecek gibi görünüyor. Ancak yalancıların estirdiği 9 bofor şiddetindeki iyi niyet rüzgarına rağmen burjuva adaylardan hiçbiri diğerinden daha az sınıf düşmanı değil. Siyasi iktidarın 20 senede verdiği verem ise, gelecek olanınki sıtmadan öteye gitmiyor. Hal böyle olunca 14 Mayıs'ın 1 Mayıs'a etkisi bir kaldıraç olmak değil, onu gölgelemek, karartmak oluyor.

İktidardaki Cumhur İttifakı'nın işçi-emekçi halklarımızı nasıl yoksullaştırdığının, nasıl yoksunlaştırdığının, nasıl haksız, hürriyetsiz ve örgütsüz bıraktığının örneklerini tekrar tekrar listelememize de, gelecekte sadece daha kötüsünü yapacağını göstermemize de gerek yok. Yok, çünkü hem sosyalistlerin senelerdir bundan başka bir mesaisi yok, hem de kimse anlatmasa dahi sefaleti iliklerimize kadar yaşıyoruz zaten.

Anlatılmayan, hatta bizzat emekçi sol tarafından itinayla örtülen ise burjuva alternatifin yapacakları…

14 MAYIS İKTİSADİ KAZANIM GETİRMEYECEK
İktisadi açıdan bugün sınıfın en büyük derdi hayat pahalılığı. Bu pahalılığın tahammülfersa hale gelmesinin sebebinin faşist şefin uyguladığı politikalar olduğu ve bu politikaların tersine çevrilmesiyle hayat pahalılığının da hafifleyeceğini ummakta akıl-dışı bir şey yok, şüphesiz. Ancak en büyük yalanlar zaten yarım doğrularla söylenmez mi?

Hayat pahalılığının rekorlar kırmasının sebebi, dünya kapitalizminin durgunlaştığı koşullarda Erdoğan'ın orta ve küçük burjuvaziyi iflaslardan koruyabilmek için uyguladığı düşük faiz-yüksek kur politikasıydı. Bu politikanın Millet İttifakı iktidarında tersine çevrilmesinin (yüksek faiz – düşük kur) enflasyonu dizginleyeceği ne kadar açıksa, bunun daha çok TL kredisi ile girdi alıp TL ile mal satan orta ve küçük burjuvaziyi iflasa sürükleyeceği de o kadar açık. İstihdamın dörtte üçünü sağlayan bu kesimde yaşanacak bir iflas dalgasının (çok daha da) yüksek bir işsizliği beraberinde getireceğini anlamak için iktisatçı olmaya gerek yok. Düşük enflasyonla sıfır gelir mi, yüksek enflasyonla düşük gelir mi? Verem mi, sıtma mı? 14 Mayıs'ta önümüze konan işte bu tercihtir.

Bu tersine çevirmenin mali sermaye gücünü elinde bulunduran işbirlikçi-tekelci büyük burjuvaziye yeniden yüksek faiz vurgunculuğu yolunu açacağı ve yaşanacak iflaslar yoluyla sermaye merkezileşmesine de hizmet edeceği açık. Peki, buradaki "havuç" ne? Yarattığımız artıdeğerin çetelere değil de uluslararası mali sermayeye ve işbirlikçilerine gitmesi halka ne gibi bir refah sağlayabilir?

Bu kesimin doğrudan temsilcisi olan Millet İttifakı bu yeni soygunu işçi-emekçiye bir müjde olarak pazarlamakta pek mahir. Propaganda metinlerinin manşetlerine göre, yüksek faiz koşullarında ülkeye girecek yabancı sermaye sayesinde ülke inşaata sektörüne ve sanayide ithalata bağımlı yapısından kurtulacak, yüksek teknoloji üretimine odaklanarak adeta "muasır medeniyetler" seviyesine yükselecek, refahını artıracak.

Elbette öyle olmayacak. Öncelikle bilinmeli ki üretimde inşaatın karşısına konulan teknoloji alternatifi teknolojiyi üretmeyi değil, teknoloji "ile" üretmeyi hedefliyor. Teknolojinin kendisini uluslararası tekeller üretiyor. Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelere düşen ise bu teknolojiye sahip üretim araçlarını ithal edip, üretim zincirlerindeki mevcut rolü olan ucuz-emeğe dayalı montajdaki becerisini ve hızını artırarak verimliliğini, yani satışları yükseltmek oluyor. Zaten propaganda metinlerinin sadece birazcık derinine indiğimizde gördüğümüz "dijital dönüşüm"ün bundan başka bir anlama gelmediği itiraf ediliyor. İşçi-emekçi açısından sorun şu ki, kapitalizmde teknoloji üretime girdikçe "nitelikli işgücü" adı altında işsizlik (daha da) artıyor. Ayrıca "rakip" mali-ekonomik sömürgeler de aynı amentünün peşinde koştuklarından, dibe doğru bu yarış kısa bir süre sonra ulusal kapitalistlerin avantajlarını da silip süpürüyor ve geriye sömürünün görelisi değil, vahşisi kalıyor: işgücünün fiyatı değerinin altına itiliyor, yani işgücü daha da ucuzluyor. Bunların hiçbiri "kehanet" değil, hatta öngörü bile değil, burjuva iktisatçıları tarafından dahi yüzlerce kez kanıtlanmış olgular olarak literatürde duruyor. Bu kaideyi örtmek için istisnaları önümüze getirenler ise bu istisnaları sağlayacak sermaye birikimi ve planlamanın nasıl muazzam bir sermaye diktatörlülüğü gerektirdiğini söylemeyi ise nedense unutuveriyorlar.

Dahası da var… İnşaatlarda veya hizmet sektöründe çürüyeceğine öyle ya da böyle "teknoloji üreten fabrikalarda" çalışmak ifadesi kulağa hoş geliyor. Ancak aynı literatür, burjuva muhalefetin bu kapsamda vaat ettiği "Özel Ekonomik Bölgeler"in sadece ucuz emek cehennemi değil, aynı zamanda sermayeye vergisiz, işçiye sendikasız, yarı-askeri çalışma kampları olduğunu da etraflıca anlatıyor. Shenzen'de günde 1 dolara iPhone üreten, onar onar intihar eden Çin işçisinin acınası gerçekliği Çorumlu işçiye cennet diye satılıyor. "Teröre" bulaşmasın, altın bileziği olsun diye gençliğe pazarlanan Bilim ve Teknoloji Liseleri işte bu kamplara köle yetiştirme işlevi görüyor.

Peki, en azından müteahhit çetelerine giden bunca rantın, örneğin şu meşhur 418 milyarın halka dönmesini bekleyemez miyiz? Yazının bu kısmına kadar gelen sabırlı işçiler, bu paranın sermaye sınıfının "dijital dönüşümüne", yani yeni teknoloji ithalatına gideceğini, iki burjuva blok arasındaki kavganın esasını kamu kaynaklarının paylaşımının oluşturduğunu zaten çıkarsamışlardır. Biz daha fazlasını da söyleyelim. Sermaye kesimine giden para bize dönmeyeceği gibi, enflasyonla mücadele kapsamında servet transferi bu sefer enflasyonla değil ama mâli kural ve kemer sıkma politikaları ile devam edecek, etmek zorunda.

Küresel kapitalizm durgunluk evresinden hızla kriz evresine doğru yuvarlanıyor. Sadece Marksistler, yani bilim değil, emperyalist kurumların raporları dahi küresel daralma ihtimalinin nasıl kuvvetlendiğinden bahsediyor. Emperyalist pazarlara entegre olan ve çok daha ileri düzeyde entegrasyon öneren bir siyasi sınıfın, bırakalım azalacak pastadan eskisinden daha büyük bir pay alabilmeyi, bu krizde gerçek bir çöküşten kaçabilmesi dahi beklenemez. Bu koşullarda, anlattığımız tablonun kötüleşme hızı ve şiddeti çok ama çok daha yüksek olacaktır.

14 MAYIS POLİTİK ÖZGÜRLÜK YOLUNU DA AÇMAYACAK
Sınıfın çıkarları elbette sadece ve hatta esas olarak iktisadi çıkarlara indirgenemez. İşçi sınıfının ekmeği de kurtuluşu da kendi eseri olacaksa, bu eseri yaratmasına imkân tanıyacak olan politik özgürlük, iktisadi çıkarlardan çok daha özseldir. Peki, Cumhur İttifakı'nın kırıntısını bile bırakmadığı bu konuda bize vaat edilen alternatif nedir? "Dostlar alışverişte görsün" denerek uluslararası sözleşmelere uyum gibi soyut birkaç vaadi bir kenara bırakırsak, sendikal hak ve özgürlükler açısından faşist 12 Eylül Anayasası'ndan 1 gr. fazlası sunulmamaktadır. Grev "hakkını" bırakalım, "kelimesi" dahi bu bezirganların dilinde yoktur. AKP iktidarında grev yasaklarından en çok faydalanan sermaye blokunun birden bu hakkı tanıyacağını sanmak saflık olurdu zaten. Evet, bir çok yerde "sendikalaşmanın teşvik edileceği" söylense de, güçlü sendikanın olduğu yerlerde patrona "rekabet gücünü koruması için" devlet desteği verileceği de belirtilmektedir. Yani işçinin hakkı patrondan değil, kamu eliyle yine (diğer) işçiden alınacak denmektedir. Kıdem ve ihbar tazminatı konusunda da asla ve asla güvence değil, aslan ile ceylan arasındaki "diyaloga" dayalı çözüm vaat ediliyor. Yani kıdem ve ihbar tazminatının feshi sermayenin yeni iktidarının da kızıl elması olmaya devam ediyor.

Bu ülkede politik özgürlüğün asıl büyük parçası sendikal özgürlükler değil, Kürt halkının ulusal-kolektif özgürlükleridir ve müstakbel iktidar burada da bizi şaşırtmayarak "iyi niyetlerin" ötesinde hiçbir olumlu nesnel veri sunmuyor, sunamaz da. Millet İttifakı'nın, "terör" safsatasıyla parçalı, örgütsüz, sömürüye razı, birbirine düşman ve devlete aşık tutulan Türk işçi-emekçisine vaadi savaşın devamıdır. Bize "terör" örgütleri ve "terörizmle" mücadelenin kesintisiz sürdürüleceği; yurtdışına kaçan "teröristlerin" peşine düşeceği; üniversitelerde "terörle" mücadele araştırmalarına özel önem verileceği, "terör" araştırma merkezleri kurulacağı"; Doğu Akdeniz'deki yayılmacı iddianın artırılacağı; yerli savaş sanayisinin daha da ileri taşınıp Kandil'in tepesine füze yağdırılacağı "müjdelenmektedir". Kısacası, daha önceleri de ifade ettiğimiz üzere, AKP'nin iktidarının ilk yıllarında uyguladığı burjuva restorasyon programından dahi daha geri bir program açıklamıştır.

1 MAYIS'IN ÜZERİNDEN 14 MAYIS GÖLGESİNİ KALDIRMAK
Kriz kapitalizmin kendisindedir. Cumhur İttifakı bu krizin etkilerinden kaçabilmek için faturayı nasıl işçi sınıfına yükleyip, Kürt halkına coğrafyayı dar ettiyse, Millet İttifakı da daha iyisini yapmayacak, o da kendi patron blokunu korumanın derdine düşerek, servet transferine bir başka yoldan devam edecek ve savaşı sürdürecektir. Bu, Türk burjuvazisinin hem varoluşsal, hem de kapitalist kriz koşullarındaki çıkarlarının gereğidir.

1 Mayıs enflasyona karşı işsizliğin, rant yerine kemer sıkmanın, inşaat yerine çalışma kamplarının tercih edileceği, grev/sendika yasaklarının ve savaşın devamının kutlanacağı bir gün olmamalıydı. Ancak 3. Cephe'nin daha inşa edilmeden dinamitlenmesi işçi-emekçileri siyasal alanda seçeneksiz, çaresiz bıraktı. Yine de umudu toptan yitirmeye mahal yok.

Bu yüzden işçi-emekçiler "Ne Cumhur, Ne Millet, Sınıf Kavgasını İlerlet!" diyerek 14 Mayıs'ın 1 Mayıs üzerindeki gölgesini kaldırmalı, alanlarda kendi bağımsız seçeneklerini görünür kılmalılar. Bilinen artık iyice âyân oldu ki bağımsız siyasi partisi altında birleşmeye başlamış ve az çok harekete geçmiş bir işçi sınıfının önderliği olmadan faşizm yıkılamayacak "çünkü yalnızca o otokrasinin sonuna kadar tutarlı ve kesin düşmanıdır, çünkü yalnızca onda otokrasiyle bir uzlaşma olanağı imkansızdır, çünkü demokrasi yalnızca işçi sınıfında, kayıtsız şartsız, kararlı, geriye doğru bakmayan bir yandaşa sahiptir." (Lenin, Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri)