3 Ekim 2024 Perşembe

Hüseyin Yeter yazdı | Kontracı 'Susurlukçular'ın fotoğrafı

Bu kontracı faşist saldırıya karşı, katliam ve kuşatmanın hedefindeki bütün toplumsal sınıf, kesim ve bireyler, devrimci parti ve gruplar, kendi doğal özsavunma reflekslerinin de bir gereği olarak birleşik, örgütlü, amaçlı ve donanımlı bir irade ve hazırlık içinde olmak zorunda.

Yakın zamanda, Bodrum'da çekildiği ifade edilen, bir dönemin kirli savaşında yer alan eli kanlı faşist dörtlü çetenin fotoğrafları yayımlandı: Mehmet Ağar, Alaattin Çakıcı, Engin Alan ve Korkut Eken.

Mehmet Ağar, '90'lı yıllarda Türk burjuva devletinde Emniyet Müdürlüğü, İçişleri ve Adalet bakanlıkları yaptı. "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemleri ve Hasan Ocak kampanyası üzerine onlarca katliamın faili olarak yargılandı. Susurluk davası hükümlüsüdür. Diğerleri gibi, göstermelik cezalarla hapishanede kaldı. Ve bugün, faşist şeflik rejiminin bir parçası ve başvurulan danışmanı haline gelmiş durumda. Süleyman Soylu'yu bakan yaptırdı. Oğlu Tolga Ağar AKP'de vekil. "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" sözüyle de anılır. Polis ve İçişleri bakanlığında özel bir kadrolaşması vardır. Yalıkavak Marina'nın yönetim kurulu başkanıdır. Bodrum'da faşist çeteye de ev sahipliği yapmıştır. 

Alaattin Çakıcı, ülkücü mafya lideri. MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin özel olarak ziyaret ettiği ve diğer faşist çeteler gibi hapishaneden çıkmasını sağladığı faşist bir katildir. Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Sedat Peker gibi faşist tetikçiler ile birlikte birçok devrimcinin katledilmesinde yer almıştır.

Emekli Korgenaral Engin Alan, eski MHP milletvekilidir. Balyoz Davası'nda yargılanan karanlık bir kontra elemanıdır. 

Emekli Albay Korkut Eken Susurluk davası hükümlüsüdür.  Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Veli Küçük ve "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım gibi katillerle birlikte  bir dönemin işkence, "faili meçhul" ve gözaltında kayıplarının sorumlularından biridir.  

"Çakıcı'nın yakın dostu" olduğu söylenen Üzeyir Çakmaktaş, söz konusu fotoğrafı kamuoyuna şöyle yansıtıyordu: "Türk devleti ilelebet var olsun diye her zorluk ve meşakkati göğüsleyen, zindan dahil bu uğurda en ağır bedelleri ödeyen kahramanlarımız!"

Evet, vatan-millet-Sakarya!... Devletin bekasında Bahçeli, Doğu Perinçek gibi "Biz de varız" diyorlar... "Faşist devletin ve hükümetin ortağıyız” diyorlar! 
Bu fotoğraf, 1990'lı yıllarda dönemin Başbakanı Çiller'in "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" dediği yıllarda, beyaz toroslarla işkenceler, “faili meçhul” cinayetler ve kayıpların yaşandığı karanlık dönemin asli faillerini yansıtıyor. 

Bu fotoğraf, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in Başbakan Çiller için, "Tak diye emrediyor şak diye yapıyoruz" dediği ve adı "Tak- Şak Paşa"ya çıktığı dönemin resmidir... Katliam ve kaybetmelerde yer alan polis Ayhan Çarkın'ın "Vur dediler vurduk, öldür dediler öldürdük" dediği yılların karanlık fotoğrafıdır. 

Zaten, Ayhan Çarkın ve MİT'çi Mehmet Eymür ve daha başkalarının itirafları bu kirli "derin devlet" örgütlenmesi ve ilişkilerini ortaya saçmaktadır. 

Bu fotoğraf MİT, JİTEM, Kontrgerilla ve faşist mafyanın iş birliğiyle oluşan "Çiller Özel Örgütü"nün resmidir. 

3 Kasım 1996'daki trafik kazası ile ortaya saçılan "Susurluk devleti"nin resmidir. Devlet, siyaset ve faşist mafya ortaklığıdır. 
Peki "Susurluk kazası" neyi ifade ediyordu? 
Balıkesir'in Susurluk ilçesinde bir kamyon Mercedes araba ile çarpışıyor. Arabada yer alan polis şefi Hüseyin Kocadağ, faşist Abdullah Çatlı ve sevgilisi Gonca Us ölüyor. DYP Milletvekili Sedat Bucak yaralanıyor. Arabada silahlar bulunuyor ve bir çanta kayıplara karışıyor. “Araba kazası”, ilginç bir bileşimi “suçüstü” yapıyor. Devlet (polis şefi), siyaset (DYP vekili) ve ülkücü mafyayı (Abdullah Çatlı) bir arabada yan yana getiriyor. Yani devlet, siyaset ve faşist mafya iş birliğini ortaya seriyor.  
Bunun üzerine Türkiye ve Kürdistan'da, büyük toplumsal bir katılımla “Bir dakika karanlık” eylemleri gerçekleşiyor. Ve bu eylemler üzerine “faili meçhul” kaybetme ve öldürme olayları azalıyor ya da son buluyor. 

Bu kontra elemanları, ilki 14 Ocak 1994’te Behçet Cantürk olmak üzere Avukat Yusuf Ziya Ekinci, Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan yıldırım, Namık Erdoğan, Avukat Medet Serhat, DEP'li Faik Candan, Fevzi Arslan, Şahin Arslan, Ankara-Altındağ Nüfus Müdürü Mecit Baskın’ın katilleridir. Hasan Ocak ve diğer kayıp devrimci yoldaşların katilleridir.

Bu fotoğraf, faşist şeflik rejiminin bir siparişidir. Halklarda ve onun devrimci ve ilerici siyasi öznelerinde, tek tek etkin bireylerde bir korku, tehdit ve sindirme amacı taşıyor. İçinden geçtiğimiz karanlık dönemde, yeniden faşist katliam, suikast, kaçırma ve kaybetme saldırılarına işaret ediyor. Böylece AKP-MHP faşist rejiminin eski tetikçileri de ortaya saldığı görülüyor. Türkiye'de, Ortadoğu'da, Balkanlar'da ve Avrupa'da Kürtler, Aleviler, devrimciler, kadınlar ve gençler bu tetikçilerin başlıca hedefidir. Çünkü sömürgeci faşist rejim, bütün saldırı, kuşatma, gözaltı ve tutuklamalara rağmen coğrafyanın bu güçlerini teslim alamamaktadır. Aksine her geçen gün yıkılarak hesap vermenin korkusunu yaşamaktadır. 

Bu fotoğraf, şüphesiz ki, içinden geçilen siyasi süreçle bağı içinde değerlendirilmelidir. Türk burjuva devleti, iktisadi ve siyasi bir kriz içinde olduğunun, dış politika ve yayılmacı siyasetinde istediği sonucu alamadığının ve toplumsal dayanağının her geçen gün çözülmeye başladığının farkındadır. İktisadi, toplumsal ve siyasal krizin sonuçları ve yansımaları aşağıdan sınıf ve tabakalarda bir uğultu, hareketlenme, tepki ve öfke biriktirmektedir. Gazi, Gezi ve 6-7 Ekim ayaklanmalarını yaşayan faşist diktatörlük, kendisini bekleyen tehlikenin farkındadır. Adalet, özgürlük ve eşitlik talepleri toplumda önemli bir talep haline gelmiş durumdadır. 

Faşist AKP rejimi nasıl ki, MHP ve Doğu Perinçek'le "Türkçü" bir renge bürünmekten, İslami çetelerle birlikte bölgesel savaş yürütmekten bir sakınca görmediyse, bu faşist kontracı grup ve elemanları kullanmaktan da bir sakınca görmeyecektir.  

Son 5 yılda, politik İslami ve Türkçü faşist rejim, burjuva devlette yeni yapısal kurumlaşma ve yeni yasalarla meşruiyetini sürdürme çabaları içinde olduğu gibi, faşist devletin çıplak zorunu hazırlama, örgütleme ve somutlama yoğunlaşmasını da sürdürüyor.  

Faşist Erdoğan rejimi, devrimci bir ayaklanmadan korkuyor. Öyle görünüyor ki, ordusu, polisi, istihbarat örgütleri, hapishanelerden salıverdiği çeteleri, DAİŞ çeteleri, Erdoğan’ın bekçileri, polisi ve takviye hazır kuvvetlerinin yanı sıra, bir dönemin eli kanlı faşist katillerinin kirli, karanlık ve faşist yöntemlerine de ihtiyaç duyuyor. Tansu Çiller ve Mehmet Ağar, AKP hükümetine bu desteği verdiklerini daha önce açıklamışlardı.

"Geliyorum" diyen bu faşist tehlikeyi gören biz emekçiler, Kürtler, Aleviler, devrimciler, kadınlar ve gençler ne yapmalıyız? 

Bu kontracı faşist saldırı, katliam ve kuşatmanın hedefindeki bütün toplumsal sınıf, kesim ve bireyler, devrimci parti ve gruplar, kendi doğal özsavunma reflekslerinin de bir gereği olarak birleşik, örgütlü, amaçlı ve donanımlı bir irade ve hazırlık içinde olmak zorunda.

KCK ve HBDH'nin çağrısı bu kesimleredir. Bu çağrı antifaşist, antisömürgeci ve antiemperyalist güçlerin birliği, siyasal örgütlenmesi, direnişi ve savaşması çağrısıdır. 

Gençlik bu saldırının baş hedefindedir. Birleşik bir gençlik hareketinin gelişme işaretleri ve eğilimine tanık oluyoruz. Bu hareket, okullarda ve semtlerde özsavunma ve fiili meşru mücadele çizgisinde varoluşunu ortaya koymayı hedeflemelidir. 

Demokratik kadın hareketindeki gelişme, bir başka direniş cephesidir. Kadın katliamları ve kadınlara yönelik şiddet geniş kadın kitlelerinin tepkisi ve öfkesine yol açmış durumdadır. Kadınlar özsavunma örgütlülükleri ve devrimci mücadele biçimleriyle bu saldırıları püskürtecek deneyim, birikim ve güce sahiptir.

Kürt halkı ve Alevi halkı, bulundukları her alanda bireysel ve grupsal özsavunma düşüncesi, iradesi ve örgütlülüğünü tarihsel deney ve birikimleriyle zinde tutabilmelidir. 

Fiili grev, sendika ve direniş yasağı ile yüz yüze gelen işçi sınıfı, bu durumu kabul etmeyeceğini tekil, yerel ve zamana yayılmış eylemleriyle göstermektedir. Sokağa çıkan ve eyleme geçen işçi kitleleri bilmeli ki, polis ve jandarmanın yanında faşist çetelerin fiili saldırılarıyla da karşılacaklardır. O halde, özsavunma refleksleri, örgütlenmeleri ve eylemleri bu kesimlerin de ihtiyacıdır. Bu da HBDH çağrılarının gerçek yaşamda karşılık bulması demektir.

Geçmiş devrimci refleks ve deneyimleri yeniden hatırlamalıyız. '90'lı yıllardaki kaçırma ve kaybetmelerin temel sloganı, saldırıya maruz kalan birey ve grupların etrafa kendi kimliklerini ifşa etmeleri ve faşist saldırganları yüksek sesle haykırmalarıydı. Faşist katilleri, bulunduğumuz her yerde ve karşılaştığımız her saldırıda yüksek sesle teşhir etmeli ve özsavunmamızı göstermeliyiz.