2 Ekim 2024 Çarşamba

Sibel Arîn yazdı | Hasan Nasrallah sonrası bölgesel siyasetin gelişim yönü

Bu tablonun en net bölümü Ortadoğu halklarının, mazlumlarının durması gereken eksendir. Orada çıkarlar da, hayaller de ortaktır. Hiç tereddütsüz yapılması gereken Ortadoğu'da halkların siyonizme, işgale ve sömürgeciliğe karşı mücadele ortaklığının inşa edilmesidir.

İsrail birinci emperyalist paylaşım savaşının hemen ardından İngiltere ve sonrasında ABD'nin desteğini de alarak Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimini sistematik hale getirdi. Özellikle faşist Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesi ve ari ırkı yaratma amacıyla Almanya ve işgal altında tuttuğu Polonya'daki Yahudilere karşı soykırım saldırılarından kaçan yoksul ya da varsıl Yahudiler, İsrail'e yerleşmeye devam etti. İdeolojik motivasyonunu Tevrat'ta "vadedilmiş topraklar" retoriğine dayandıran, belli bir sermaye gücü olan Yahudiler, bu sermayenin ihtiyaç duyduğu devleti ABD ve İngiltere'nin de desteğiyle İsrail olarak inşa etti. 1948'de Filistin topraklarında işgal ve inkar üzerine kurulan siyonist İsrail devleti, Filistinlilere karşı yok etme stratejisiyle hareket etti. En başından itibaren Filistin direniş örgütleri bu işgale karşı mücadele etti. FKÖ, FHKC, FDKC bu direnişin devrimci-demokratik öncülüğünü sürdürdü.

Revizyonist SSCB'nin çözüldüğü "yeni dünya düzeni" döneminde FKÖ lideri Arafat'ın kendisine dayatılan Oslo anlaşmasını imzalamasıyla Filistin direniş örgütleri içindeki direniş odaklarının ideolojik siyasal dengeleri değişti. Direnişi tasfiyeye götürecek bu anlaşmaya karşı çıkan örgütlerden olan Hamas'ın Filistin direnişi içindeki siyasi ve askeri örgütlenmesi güçlenmeye başladı. İsrail siyonizmine, Filistin işgaline karşı mücadele, Hamas'ın diğer Filistin örgütleriyle ortaklaştığı siyasi, askeri mücadele ekseni oldu. 7 Ekim Aksa Tufanı'yla birlikte bu eylem birliği Ortak Operasyon Odası olarak yeni bir düzeye taşındı.

Hamas ve Lübnan Hizbullah'ı arasındaki ilişkinin merkezinde, İsrail'in Filistin ve Lübnan'a yönelik işgal gücünün kırılması vardır.

İsrail'i ilk tanıyan ülkelerden biri Türkiye, diğeri de İran olmuştur. Bu iki ülke aynı dönemlerde ABD'nin yarı sömürge ülkeler için uyguladığı Marshall planı ve Truman doktrinine bağlıdır ve ABD'nin bölge çıkarlarına bağımlı hale gelmişlerdir.

Aynı bölge devletlerinden olan Hafız Esad iktidarının ticari, askeri ve siyasi ilişkilerinin odağında SSCB vardır. ABD ile işbirliği içindeki şaha karşı Hafız Esad, İran'daki muhalifleri desteklemiş, Suriye'nin çeşitli imkanlarını açmıştır. 1979'da kurulan İran İslam Cumhuriyeti'ni destekleyen ilk ülke Suriye olmuştur. Bundan sonraki süreçte de bu tanıma stratejik ortaklık düzeyine yükselmiştir. Yeni İran devletinin antisiyonist, İsrail karşıtı ve Filistin davasını destekliyor olması bu bakımdan aynı çizgide olan Suriye için ittifaklık zemini için yeterliydi. Bu ittifak geride kalan 40 yılı aşkın süredir giderek Şii direniş ekseni hattında ilerledi. Denilebilir ki 2000'lerden sonra bu direniş ekseni İran'ın savunmasına stratejik derinlik oluşturan bir anlam kazandı. İran stratejinin merkezine yerleşmiş oldu.

Hizbullah, Lübnan'da faaliyet gösteren, İran tarafından desteklenen, Şii islamcı bir siyasi parti ve silahlı örgüttür. Hizbullah, ideolojik kökleri daha eskiye dayansa da 1980'li yılların başında Lübnan'ın güneyinde yaşayan ve geleneksel olarak güçsüz bırakılmış Şii toplumunu savunmak amacını taşıyan bir güç olarak doğdu. Hasan Nasrallah 1992'de liderliği üstlendi. İsrail'in Lübnan'dan çekilmesinden sonrada tüm baskılara rağmen silah bırakmadı. Aynı zamanda siyasi ve toplumsal olarak örgütlenmesine hız verdi. 2006 yılında İsrail'in devam eden saldırıları karşısında 8 İsrail askerinin öldürülmesi ve ikisinin rehin alınması ile fitili ateşlenen savaş bir ay sürdü. Bu bir ayda Hizbullah savaş makinası olan İsrail devletini durdurdu. Savaş boyunca Hizbullah 3 bin 970 roket attı. Katyuşa füzelerine ek olarak İran yapımı Fajr-3 ve Ra'ad 1 füzeleri ile de İsrail topraklarını bombaladı. Hizbullah ayrıca Rus yapımı tanksavarlar sayesinde dünyanın en iyi tanklarından biri olarak kabul edilen Merkava tanklarını vurmayı başardı.

Hizbullah için bu bir zaferdi. Bu zafer Hizbullah'ı mecliste kilit parti haline getirdi. Lübnan'ın güney banliyölerinde örgütlenmesini güçlendirdi. Savaş kabiliyetini arttırdı.

Suudi Arabistan ve Katar ve politik islamın sünni mezhebinin egemen olduğu diğer Körfez ülkeleri, Türk devletinin desteğini alan El Kaide tandanslı örgütlerle 2010 yılında başlayan halk isyanlarını Suriye'de hegemonyalarını inşanın aracı yapmak istedi. Suriye'deki Esad hükümetini devirmeye odaklı bu hareketlere karşı Hizbullah'a bağlı Zenebbiyun ve Fatimaiyyun Tugayları, Suriye'nin güney ve batısında önemli bir rol oynadı. Suriye'nin Şii Hilal Ekseni'nde kalmasında da önemli bir rol oynadılar. İran'ın örgütlediği Kudüs Gücü'yle ortak hareket ettiler.

Lübnan Hizbullah'ı ile İran arasındaki ilişki bir patron vekil ilişkisi değildir. Hasan Nasrallah Şii direniş ekseni içinde Ali Hamaney'den sonra gelen ikinci kişiydi. Eksen içinde siyasi ve manevi etkisi olan bir liderdi. Özellikle Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani'nin öldürülmesinden sonra rolü daha önemli bir hale geldi.

Bu kısımda son olarak söylenebilir ki Hizbullah, Lübnan'ın inançsal iklimi ve ulusal parçalılık koşullarını iyi kavramış bir harekettir. Örneğin; İslam Cumhuriyeti hedefini uzun zamandır tedavülünden kaldırmıştır.

Hizbullah, Yemen Ensarullah hareketine de ilham vermiştir. Enserullah hareketinin askeri, siyasi eğitimleri ve operasyonal gücü bakımından da önemli bir role sahiptir.

Bütün bu parçalı tablonun derinliklerinde ABD, AB, Rusya, Çin ve bağlı olarak Türkiye, Suudi Arabistan ve İran'ın arasındaki hegemonya ve rekabetin resmini görebiliriz.

Filistin halkı ve Filistin için mücadele eden örgütler haklı ve meşrudur. İsrail'in işgaline karşı mücadele eden örgütler haklı ve meşrudur. Hiçbir yerde işgal, soykırım, katliam kabul edilemez. Bu bakımdan bir kez daha Lenin'in haklı ve haksız savaşlar teoremine bakmakta fayda var. Keza günün ortasında ya da sonunda herhangi bir eylem ya da direnişin kimin çıkarına olacağından hareketle bir pozisyon alınamayacağı açıktır. Nihayetinde o durumda taktik ve strateji geliştirebilme gücü ve imkanına sahip olmak belirleyici olacaktır.

Peki şimdi olası gelişmeler ne olabilir?

İran'ın içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullara rağmen doğrudan bir savaşa girmeyeceği görülüyor. Ayrıca, İran'ın sömürgeci, işgalci gerçeği bu savaşta ayağına dolanır. Karabağ savaşında İran'ın tavrını hatırlayalım. Azerbaycan'dan yana tutum aldı. İran'daki Azeri nüfus ve bunlar üzerinde Azerbaycan'ın etkisi biliniyor. Elbette Kürt halkı da uygun bulduğu koşullarda kaderini tayin etmek için harekete geçecektir. İsrail'in doğrudan ya da dolaylı olarak İran'a yönelik saldırılarına İran'ın bu düzeyde cevapsız kalması İran'ın bölgedeki caydırıcılık etkisini zayıflatmaktadır. İran bunu biliyor muhakkak, ama bu koşullarda savaşa girmesinin sonuçlarının bundan daha ağır olacağını kestirebiliyor. Çünkü ABD İsrail'e tam destek veriyor, hava, deniz kuvvetleri ve en gelişmiş yeni teknoloji ile donatmaktan geri durmuyor. İsrail siyasi, askeri ve istihbari olarak elde ettiği bu pozisyonla direnişçi-silahlı örgütlerin iradesini teslim almaya odaklanmış görünüyor. Yemen'e zaten füze saldırılarında bulunuyordu. Şimdi oraya da odaklanacaktır.

Suriye el mahkum sessizliğini korumaktadır. Bu koşullarda Türkiye ile görüşme gerçekleşir mi? Buradan 2000'li yıllarda olduğu gibi Batı'ya yönelik yeni bir eksen inşasına girişebilir mi? Bu şu aşamada hiç mümkün görünmüyor. İran'ın, Hizbullah'ın desteğine şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. İsrail-Suriye çatışmasının tarihi yukarıda ifade edildiği gibi daha derindedir. Şimdi Suriye'nin pek kıpırdayacak hali de yok. Tam bu dönemde Rojava, Kuzey Doğu Suriye ile geliştireceği siyasi ilişkiler ve demokratik hamleler Suriye'nin bekası için önemlidir. Bu yapısal dönüşümü göze alamadığı sürece böyle ip üstünde gergin bir halde kalmaya devam edecektir.

Faşist şef Erdoğan'ın Netanyahu'yu Hitler'e benzetmesi boş sözlerdir. Erdoğan, hele de İsrail'in ataklarını da gördükten sonra işbirliğinde kalmaya devam edecektir.

Bu tablonun en net bölümü ise Ortadoğu halklarının, mazlumlarının durması gereken eksendir. Orada çıkarlar da, hayaller de ortaktır. Hiç tereddütsüz yapılması gereken Ortadoğu'da halkların siyonizme, işgale ve sömürgeciliğe karşı mücadele ortaklığının inşa edilmesidir. Bunun için şu aşamada aynı masa etrafında yan yana gelinemiyorsa bile aynı eylem hattında buluşulmalıdır. 7 Ekim'de olduğu gibi, tamamen reformist ve liberal bir görüş açısı olan, radikal islamcı örgütlerin varlığı ya da onların hedeflendiği gibi bir yaklaşıma zerrece prim verilmemelidir. Günün koşullarında "barış" gibi kavramlar asla günün şiddetli varoluşuna uygun değildir. İşgale, sömürgeciliğe ve siyonizme karşı direniş ve halkların birleşik mücadelesi geliştirilmelidir.

Bölgenin iki dinamiği olan Filistin halkı ve Kürt halkının birleşik mücadelesi ise çok stratejik ve tarihsel önemdedir. Bunu başarmak stratejik değerde bir taktik olacaktır.